Nisâ / 16. Ayet
وَالَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَاٰذُوهُمَاۚ فَاِنْ تَابَا وَاَصْلَحَا فَاَعْرِضُوا عَنْهُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ تَوَّابًا رَح۪يمًا

Ýçinizden iki erkek fuhuþ yaparsa onlarý cezalandýrýn. Eðer tevbe eder, hallerini düzeltirlerse artýk onlara ceza vermekten vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çokça kabul eden, çok çok merhamet edendir.

Dildeki Hançer Gıybet

Başlatan KeRRa, Haziran 02, 2009, 10:13:10 ÖS

KeRRa

Ziyaretçi
Haziran 02, 2009, 10:13:10 ÖS
Dildeki Hançer: Gıybet
Yıl: 2006 - Ay: Eylül - Sayı: 19




İnsandaki bütün haslet ve istidatlar, bir yönüyle nîmet, diğer yönüyle ''fet olabilecek özelliktedir. Bunlar, insanın olgunluk seviyesine göre ortaya çıkar. Yani Cen''b-ı Hak, bizlere bütün kabiliyet ve imk''nları, tabiri c''izse, müspet veya menfî her iki şekilde de işlemeye müsait bir "ham malzeme" olarak vermiştir. Yine insanoğluna lutfedilen her bir nîmet, ayrı bir külfet ve sorumluluk yükler.

Sorumluluğun derecesi, nimetler nisbetindedir. Bu durumda insana düşen, sahip olduğu bütün kabiliyet ve imk''nları, en doğru bir sûrette ve tam yerinde kullanabilme maharetini göstermek ve onları nîmet hüviyetinde değerlendirebilmektir. Aksi h''lde başını ''fet ve musîbetlerden kurtaramaz.

Bu hakîkat, 'ın kel''m sıfatının bir tecellîsi olarak insana verilmiş bulunan, en çok kullandığımız lisan kabiliyetimizde daha çok b''rizdir. Bir kimse, eğer onu zikir ve şükür gibi hayırlı amellere ''m''de kılarsa bir cennet bülbülü olur; fakat yalan, hakaret ve gıybet gibi kötü fiillere ''let ederse, o zaman da bir cehennem sermayesine dönüşür.


Bu bakımdan dilin hangi şekilde ve nasıl vazife göreceği, yani bir nîmet mi, yoksa bir ''fet mi olacağı hususu, daha ziy''de kalbin kıvamına bağlıdır. Çünkü dilimiz, kalbimiz ve hissiy''tımızın tercümanlığı vazifesini îf'' etmektedir. Bir atasözünde "Küpte ne varsa, dışarıya o sızar." denilmiştir. Bu sebeple kalbin durumuna göre şekillenen hayır ve şerrin en müthişi olan Rabbe yaklaşmak veya O'ndan uzaklaşmak hususunda dilin ortaya koyduğu amellerin büyük bir yeri vardır. Yani dil; terfîde de, tenzilde de en müessir v''sıtadır.


Îm''nın kalb ile tasdikle beraber bir de dil ile ikrar edilmesinin şart olduğu gerçeğine dikkat edersek, dilin ne kadar büyük bir nîmet olduğu ortaya çıkar. Aksi istikametteki kullanılışı da ne büyük bir ''fet ve hüsrana dönüşeceğini göstermektedir. Gerçekten de insanoğlunun başına gelen büyük musîbetlerin çoğu, aslında hep dil nîmetinin yanlış kullanılmasından kaynaklanmıştır. Öyle ki büyükler:

"Bel'', ağızdan çıkan söze bağlıdır." demişlerdir.

Dünya ve ''hiret musîbeti ahl''ksızlıklardan olan kötü zan, kusur gözetleme, ayıp araştırma, hasetleşme, arkadan çekiştirme ve dargınlık gibi rez''letlerin tamamı, bir bakıma zehirli kalplerde ve özellikle de dilde toplanır. Bunlar, ferdi ve topluluğu içinden yıkan ve musîbetler getiren en korkunç ''fetler ve tehlikelerdir.

Sayısız kötü vasıflarla ''fet h''line dönen bir dil, artık öldürücü bir zehir gibidir ki, hem sahibini mahveder, hem de çevresini...

H''sılı dil terbiyesi, insan hayatında en mühim eğitimlerden biridir. Çünkü ''fet h''linde zehir kusan bir dili, iyi yolda kullanmak bile isteseniz, o yine zarar vericidir. Fakat nîmet h''lindeki bir dil ise, her zaman feyz ü bereket kaynağıdır. Bu hakikati eskiler:

"Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır." diyerek ne güzel ifade etmişlerdir.
Nitekim ''yet-i kerîmede de buyurulur:

"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle d''vet et!" (en-Nahl, 125)
Bu itibarla Hak dostları, bilhassa  yolunda d''vet ve tebliğde dilin nasıl kullanılacağı hususunda:

"Sakın yılanların zehirli diliyle konuşma!" diye îkaz etmişlerdir.
Demek ki, insanın olgunluğunun en b''riz al''meti, dilini kullanabilme sanatına ''şin'' olmasıdır. Zîra dil, Rabbimiz tarafından hemen her insana ihs''n edilmiş ve il''hî bir hikmet tecellîsi olarak imtihan vesîlesi kılınmıştır.

Hikmet nazarıyla seyredildiğinde görülür ki, yersiz ve m''n''sız konuşmaması için dilin etrafına otuz iki diş ile ''det'' bir hisar çevrilmiştir. Bu h''le il''veten iki dudak da dişlerin önüne konularak sanki ikinci bir bent örülmüştür. Bütün bunlar, dilin muh''faza zarûretinin bir ihtarı m''hiyetinde değil midir?

Diğer taraftan «Kılıç yarası geçer, fakat dil yarası geçmez!» ifadesi ile de dildeki ''fete dikkat çekilmiş ve onun terbiyesine son derece îtina gösterilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Dolayısıyla dilin ''fetlerini çok iyi bilmeli ve onlara karşı gerekli tedbirleri almalıyız. Bu tedbirlerin başı, sükûttur.

Dilin ''fetleri içerisinde en başta dikkat edeceğimiz husus, hiç şüphesiz ki "gıybet"tir. Çünkü gıybet, dildeki en zehirli hançerdir.

"Gıybet nedir?" sorusunun cevabını Peygamber Efendimizin lis''nından dinleyelim.

Ebû Hureyre -radıyall''hu anh-'ın riv''yetine göre, Peygamber Efendimiz ash''bına şöyle sormuşlardır:

"-Gıybet nedir bilir misiniz?"

Ash''b-ı kir''m:

"-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!" dediler.

Bunun üzerine  Rasûlü:

"-Gıybet, müslüman kardeşinin hoşlanmadığı şeylerle arkasından çekiştirmendir." buyurdular.

Denildi ki:

"-Ya Rasûlall''h! Arkasından söylediğim o fen'' şey, ya kardeşimde varsa..."

Cev''ben:

"-Söylediğin şey, onda varsa gıybet etmiş olursun; eğer yoksa ona iftira ve bühtanda bulunmuş olursun!.."

Bu hadîs-i şerîfe bakıldığında, insanların her türlü kusurunu söylemenin gıybet hükmünde olduğu anlaşılabilir. L''kin bazı h''ller vardır ki, insanların eksik ve kusurlarını söylemek îc''b eder. Mesel'' evlenmek isteyen ve nik''h için namzed gördüğü bir şahsı araştıran kimseye veya tic''rî bir ortaklık teşebbüsü için bilgi toplayan bir şahsa; gıybet olur korkusuyla bilinen doğruları söylememek, neticede cemiyet hayatı açısından daha büyük yanlışlara sebep olmaktadır.

Öyleyse, bu tür h''llerde umûmun menfaati, şahsın hürmetinden önde gelir. Zararlı bir insanın kusurlarını açığa koymak sûretiyle diğer insanları ondan korumak, vicd''nî ve ins''nî bir zarurettir. Bu gerçekleri açıklamak da, ancak ilgili şahıslarla sınırlıdır. Kişinin îc''b etmeyen mahrem h''llerini ortaya koymak veya ilgili-ilgisiz herkese anlatmak, haramdır.

Yine hakkın tesbit ve tevzî edildiği yerler olan mahkemelerde, ad''letin tam ve eksiksiz yerine getirilmesi için, ş''hitlerin, hakikati olduğu gibi nakletmesi de zarûridir. Burada da gıybet endişesi taşınmamalıdır. Bu sebepledir ki, bir kimsenin kusurundan bahsederken, bu söylenen sözlerin dînî cevaz hudutları içinde olup olmadığına son derece dikkat etmek l''zımdır.

Bu istisn''î h''llerin dışında insanların kusurlarını örtmek ve affetmek, her mü'minin şi''rı olmalıdır. Bu, en mühim ahl''kî vasıflardan biridir ve insanın kem''lini gösterir. Başkalarının ayıplarını meydana koymadan önce şahsî kusurlarımızı gözden geçirmeliyiz.

Her mü'min düşünmelidir ki; Cen''b-ı Hak, merhameti muktez''sı, kullarının kusurlarını örtmekte ve onlara af ve mağfiret vaad buyurmaktadır. , ayıp örtenlerin nice kusurlarını örter. Ne mutlu o mü'mine ki, kendi ayıplarını görmekten başkalarının kusurlarını araştırmaya vakit bulamaz.

Hucur''t Sûresi'ndeki ''yet-i kerîmelerde, mü'min kulların birbirlerine karşı gözetecekleri edeb ve ahl''ka temas edilirken bu hususta dilin muh''faza ve terbiyesinin ehemmiyetine de iş''ret edilmektedir:

"Ey mü'minler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da, kadınlarla alay etmesin!.. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü l''kaplarla çağırmayın. Îmandan sonra f''sıklık ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar z''limlerdir."





"Ey îman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından çekiştirmesin (gıybetini etmesin). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O h''lde 'tan korkun. Þüphesiz , tevbeyi çok kabul edendir; rahîm (sonsuz merhamet sahibi)dir." (el-Hucur''t, 11-12)
Âyet-i celîlede:

Gıybet edenler ve insanları n''mus ve haysiyetleri bakımından çekiştirenler, ölü bir mü'min kardeşinin etini yiyenler şeklinde tasvir ve temsil olunmaktadır.

Bu Kur'''nî teşbihte pek ince ve derin nükteler vardır. Gerçekten gıybet olunan kişi, yanımızda olmadığı için, hakkında konuşulanları duyamamak ve kendisini müdafaa edememek bakımından bir ölüye, mü'min olmak itibariyle de bir kardeşe benzediği açıktır.

O kardeşimizin yokluğundan istif''de ederek gıybet etmek sûretiyle onun haysiyet ve şerefine tecavüzde bulunmak, çekiştire çekiştire onun etini yemek şeklinde bir saldırış ve canavarlığı andırır. İnsanın şeref ve haysiyeti, ''deta vücud iskeletini örten bir et gibidir. Onu ayıplarını ve kusurlarını dökmek sûretiyle didiklemek, bir köpeğin herhangi bir leşi çekiştire çekiştire dişlemesinden daha c''niy''ne ve gaddar''ne değil midir?


Hucur''t Sûresi'ndeki bu ''yet-i kerîmelerde:

-İnsanların birbiriyle alay etmemesi,
-Başkasını küçük görmemesi,
-Kötü l''kaplar takmaması,
-Sû-i zanda bulunmaması,
-Başkasının kusurlarını araştırmaması,
-Gıybet etmemesi emredilmektedir.





Görüldüğü üzere zikredilen ahl''kî zaafların çoğu, dil ile gerçekleşmektedir. Bu sebeple insanın dilini muh''faza etmesi, dinin, ahl''kın ve kardeşlik hukukunun icabıdır. Nitekim Fudayl bin Iy''d der ki:
"Gıybetin girdiği yerden kardeşlik çıkar gider."

* * *

Selm''n-ı -radıyallahu anh-F''risî bir defasında Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-'in ashabından iki kişi ile beraberdi. Onların hizmetlerini görür ve yemeklerinden yerdi. Bir gün insanlar yürüdüğünde Selm''n uyuyakalmış ve onlarla birlikte gidememişti. İki arkadaşı, onu arayıp bulamayınca çadırlarını kendileri kurarak konakladılar ve:

"-Selm''n pişmiş yemeğe ve kurulmuş çadıra gelmekten başka bir şey bilmiyor." diyerek Selman'ı hafife aldılar.

Selm''n geldiğinde de onu, kendilerine katık istemek üzere Hazret-i Peygamber -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-'e gönderdiler. Selm''n, elinde bir kabla Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-'in yanına vardı:

"-Ey All''h'ın elçisi, şayet Sen'in yanında katık varsa kendilerine vermen için arkadaşlarım beni Sana gönderdiler." dedi.

All''h'ın Rasûlü -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-:

"-Arkadaşların katığı ne yapacaklar, onlar katıklarını yediler." buyurdu. Selm''n dönerek o ikisine Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-'in sözlerini haber verdi. Kalkıp All''h Rasûlü'nün yanına geldiler ve:

"-Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, konakladığımızdan beri biz herhangi bir yemek yemedik." dediler. Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-:

"-Konuşmalarınızla siz Selm''n'ı (gıybet ettiğiniz için) katık olarak yediniz." buyurdu, peşinden de: "...Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?.." (el-Hucur''t, 12) ''yet-i kerimesi n''zil oldu.

Diğer bir riv''yete göre All''h Rasûlü sözlerinin devamında:

"-Ben o kardeşinizin etini dişlerinizin arasında görüyorum." buyurmuştu. Bunun üzerine o sah''bîler:

"-Y'' Rasûlall''h, bizim için istiğf''r ediver!" dediler. Fahr-i K''in''t Efendimiz de:

"-Gıybet ettiğiniz arkadaşınıza rica edin sizin için o istiğfarda bulunsun." buyurdu. (İbn-i Kesîr, Tefsir, Beyrut 1988, IV, 231)

Gıybet edenlere karşı olgun bir müslümanın tavrının ne şekilde olacağı, hadîs-i şerifte şöyle ifade buyurulmuştur:

"Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fen''lık yapanlara da fenalık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenalık yapanlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir." (Tirmîzî, Birr, 63)

Cen''b-ı Hak da böyle k''mil bir mü'mini medhederek:

"Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tev''zû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Sel''m!» derler (geçerler)." (el-Furkan, 63) buyurmaktadır.


Hazret-i Ali -radıyallahu anh- de, c''hillere mukabele hususunda şöyle ikazda bulunur:

"-Alçakça söylenen bir söze karşı sakın cevap vereyim deme!.. Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler. C''hil ile sakın latife etmeye kalkma!.. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar."

Olgunluğun en b''riz göstergesi, dedikodu ve iftiraya tahammüldür. Zira olgunlukta birinci basamak, dedikodu ve iftiraya karşı sükûnetle cevap vermekle iktif''dır.

İkinci basamak, böyle bir dedikodu ve iftira karşılığında günahları gıybet eden kimseye devrettiği için sevinmektir. Ama bu da bir noksanlık taşır.


Üçüncü basamak ise, kavuşacağı mağfiret ve sevaplar sebebiyle kendi n''mına sevinirken, dedikoducu ve iftiracının ''hiretteki h''lini düşünerek üzülmektir. Bu üzüntü h''li, sevince g''lip değilse, olgunluk yine de eksik demektir.

Mevl''n'' Hazretleri, c''hil ve n''d''n kimselerin ileri-geri konuşmalarının hakikatin kıymetinden bir şey kaybettirmeyeceği hususunda:


""Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!..
buyurur.

* * *
Mevl''n'' Hazretleri, insanların kendilerindeki kusur ve eksikleri bırakıp başkaları hakkında ileri-geri konuşmaması gerektiğini ne güzel hik''ye eder:

"Dört Hindli Müslüman bir mescide girdiler. Her biri niyet etti, tekbir getirdi. Kendi noksanlarının, hatalarının idr''ki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.

Rukûa vardılar, secde ettiler. Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hindlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak;
«-Ey müezzin!» dedi «Ezanı okudun mu? Yoksa daha vakit var mı?»
Öbür Hindli de namaz içinde olduğu h''lde:

«-Sus be kardeşim; söz söyledin, namazın bozuldu.» diye söylendi.
Üçüncü Hindli, ikincisine:

«-Amca!» dedi. «Ona ne kusur buluyorsun? Sen de söz söyledin; sen kendine bak; öğüdü kendine ver!»

Dördüncüsü; «Allah'a hamdolsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düş­medim, yani ben konuşarak namazımı bozmadım.» dedi.

Böylece ne yazık ki, dördünün de namazı bozuldu. Þunun bunun ayıbını görüp söyleyenler, ayıbı olanlardan daha çok yol kaybederler, sapıklığa düşerler.

Kendi ayıbını gören can, ne mutlu bir candır. Bir kimse birinin ayıbını görse, onu kendi satın almış olur.

Çünkü insanın yarısı, yani nefsi ve maddî yönü, ayıplık ve kusur ''lemi olan bu dünyadadır. Öbür yarısı, yani rûh''nî ve m''nevî yönü ise, gayb ''lemindedir.

Mademki senin başında nefs''nî huylardan ve hayvanî ahl''ktan bir çok m''nevî hastalıklar vardır, o h''lde merhemini önce kendi başına sürmen gerekir.

Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak, o ayıbın merhemi ve il''cıdır. (Zira kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz.)

Bir mü'minde gördüğün kusur ve ayıp sende yok ise, emin olma, kendine güvenme! Olabilir ki, o ayıbı sen de işleyebilirsin; senden de o ayıp halka yayılır."

Çünkü gıybet ve dedikodu, insanın nefsini palazlandıran bir günahtır. Dedikodu yapan insanlar, ayıplayıp küçük gördükleri kimselerin işlediği günahtan kendilerinin uzak olduklarını düşünürler. Böylece o günaha düşmemeleri sebebiyle kendilerini bu günahk''rlardan üstün kabul ederler. Ama unutmamak l''zımdır ki, mü'min kardeşini küçük görmek, günah olarak insana yeter. Ayrıca tekerrür eden bir hakikattir ki, bir şahsın ayıp ve kusurlarını kınayanlar, çok geçmeden aynı hataları işlemeye başlamaktadırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz:

"Bir kimse din kardeşini bir günahı dolayısıyla ayıplarsa, ölmeden evvel mutlaka o günahı işler. Yani kardeşini bir ayıpla kınayan, o ayıp işi işlemeden ölmez!" (C''miu's-Sagîr, c. II, s. 161) buyurmuşlardır.

İnsanlar, ''hirette bütün amellerinden, yani n''il oldukları nîmetlerden, söylediklerinden, konuşması gerektiği zamanlardaki suskunluklarından, işlediği günahlardan ve terk ettiği s''lih amellerden hep hes''ba çekilecektir. Bu çetin hesap günü gelip çatmadan evvel, herkes kendi muh''sebesini yapmalıdır. Zira "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz." buyrulmaktadır. O muazzam hesap gününü düşünerek amel defterini, hel''lleşme ve istiğfar ile aklamaya çalışmalıdır. Cen''b-ı Hak, insanların vücutlarının topyekûn bir dil h''line gelip konuşacağı o günü şöyle tasvir etmektedir:

"Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri işledikleri şeye karşı onların aleyhine ş''hitlik edecektir.
Derilerine: «Niçin aleyhimize ş''hitlik ettiniz?» derler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan , bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz.» derler.

Siz ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhine ş''hitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu 'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.

Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziy''na uğrayanlardan oldunuz.

Þimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer (tekrar dünyaya dönüp 'ı) hoşnut etmek isterlerse, memnun edilecek değillerdir." (Fussilet, 20-24)

İnsanlar, bu şiddetli kıyamet gününde, kendilerinin de çok ihtiyacı olmasına rağmen, sevaplarını, dünyada dedikodusunu yaptıkları kimselere vereceklerdir. Þ''yet bunu karşılayacak kadar sevapları kalmamışsa, dedikodusunu yaptıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir.


Peygamber Efendimiz, kıy''met günündeki bu acı tabloyu şöyle ifade buyurmuştur. Bir gün Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem-:
"-Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye sordu.

Ash''b-ı kir''m:

"-Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." deyince, Rasûlull''h -sall''ll''hu aleyhi ve sellem- (sözlerine) şöyle devam etti:

"-Ümmetimden müflis, kıy''met günü namaz, oruç ve zek''t sev''bı ile, (ancak bu sevapların yanında bir de amel defterine) şuna sövdü, buna zin'' iftir''sı yaptı, şunun malını yedi, bunun kanını döktü, şunu dövdü (diye yazılmış olarak) gelen kimsedir. Onun hasen''tının sev''bından (hak sahibi olan) şuna-buna verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce ib''det ve iyiliklerinin sev''bı tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra (onların günahları ile birlikte) cehenneme atılır." (Müslim, Birr, 59; Ahmed bin Hanbel, II, 303, 324, 372)

Bu yüzden Hasan-ı Basrî Hazretleri:

"-Eğer ill'' dedikodu yapacaksan, anne-babanın dedikodusunu yap!.. Âhirette en azından sevabın onlara gitmiş olur ve onların günahını yüklenirsin!.." buyurmuştur.

Mevl''n'' Hazretleri'nin feyiz dolu nasihatlerine tekrar kulak verelim:

"Bu dünyanın dedikodusu, toz gibidir. Gönül aynasını örter. Sen aklını başına al da, bir zaman için susmayı huy edin."

Unutmamalıdır ki, k''mil bir mü'min, gücü nispetinde ve daima 'ın yarattığı her varlığın yardımına koşacak, günaha olan nefreti günahk''ra taşırmayacak, bil''kis onları merhametle kucaklayacak, onlara yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisanıyla yaklaşarak gönüller fethedecektir.

İl''hî neşve ile dolmak isteyenler, gönül bahçelerinden kendilerine karşı yapılan yanlışlara karşı af r''yihaları yayan kimselerdir. Zira affederek kendi affımıza zemin oluşturabiliriz. Affedemeyerek, insanların dedikodusunu yapan kimseler ise, hakikatte kendilerini hel''k etmiş olurlar.

Y'' Rabbi!.. Gönlümüz ve dilimiz, il''hî hikmet ve esr''rına m''kes bir ayna olsun. Oradan bütün mahlûk''tına karşı şefkat, merhamet, lutuf, af, güzellik ve ihsanlar yayılsın!..

Bizi dünya hayatını ziy''na uğratıp ''hiret müflisi h''line gelmiş kullarından eyleme!.. Âmin...
osman nuri topbaş hocaefendi

SMF 2.1.3 © 2022, Simple Machines, TinyPortal 2.2.2 © 2005-2022
Sayfa 0.085 saniyede 25 sorgu ile oluşturuldu.
Lithium theme by Bloc © 2017