Ynt: Sevdiğim Kadın AdLarı (gibi)
ŞULE
Sonbahara darılmış bir Eylül sabahıydı…
Gökyüzü kan kırmızı, bulutlar sapsarıydı,
Uykudan mahrum gözler gezinirken şafakta.
Avaz avaz bir sükûn inliyordu afakta…
Bir yerlerde bir deprem sarssa gerekti yeri,
Ya da deli bir boran yutuyordu bir şehri.
Kükrüyordu gök kubbe ve kaynıyordu zemin…
Günahı bir muamma bu kızıl cehennemin…
Uyanmıştı Hüzünkâr müebbet uykusundan…
Azat edilmiş gibi ahiret sorgusundan
Kesilmişti soluğu, yüzü benzi atmıştı;
Korku ve heyecanı birbirine katmıştı.
Duvarlarda sürünen feri sönmüş gözleri
Anımsamıyor gibi yokluyordu her yeri,
Titreyen elleriyle sıvazladı yüzünü.
Kirli sakallarında asılı duran hüznü
Bırakıp bir köşeye yüreğine yöneldi,
Az önceki rüyası ansızın dile geldi:
“Senin bu gördüklerin bir rüyadan fazlası,
Hayal ile gerçeğin, varla yokun teması.
Her gece aynı rüya tam yirmi üç senedir,
Sormadın mı kendine, bundaki hikmet nedir?
Çözmek istersen eğer sözümdeki esrarı
Gerekir bu rüyanın bir kez daha tekrarı…”
Gözlerini mıhlayıp semada bir noktaya
Bilinmez bir korkuyu kalbinde duya duya
Düşündü saatlerce bulmak için bir mana
Ruhunu sarmalayan bu amansız buhrana.
Sinir nöbetleriyle sarsıldı tüm vücudu
Defalarca zorladı aklı saran hududu.
Dolaştı yeri, arşı, bütün evreni kat kat,
Ve nihayet başladı öz yurduna seyahat…
Gitti çok uzaklara, uzaktan da uzağa,
Vardı kendini aşıp mermer kaplı bir dağa.
Vakit zaman öncesi, mekân mekân ötesi,
Hayatın hem evveli, hem de hayat ertesi…
Bir âlem ki burada yaşamak yok ölmek yok…
Ruhlara giydirilen elbiseye gerek yok.
Her şey tek bir gerçeğin varlığından ibaret
Ve her şey o Varlığa şükür ile ibadet.
Ne bir yorgunluk hissi ne bir can sıkıntısı
Kulaklarda ilahi bir nefes fısıltısı…
Dağ, taş, dere, tepe, göz nasıl arzularsa
Zümrüt rengi ırmaklar, hangi yöne bakarsa…
Göğe doğru tırmanan sarmaşık çağlayanlar,
Bulutlar arasında koca bir derya kadar
Havuzlar ki etrafı elmaslarla işlenmiş,
Dibi güneşle, ayla, yıldızlarla süslenmiş…
Her tarafta ferahlık hissi veren kokular,
Bir musiki tadında çeşmeden akan sular.
Renklerin kaç türlüsü varsa burada mevcut,
Gönül ne diliyorsa o lahza bulur vücut…
Hüzünkâr bu âlemde saf bir ışık huzmesi…
Varlığının özünde aşkın kızıl şulesi
Eriterek içini alev alev yanardı,
Hüzünkâr küllerini Huda’sına sunardı.
Çektiği ıstıraptan etmezdi hiç şikâyet
Istırap sayılmazdı Huda’dan ise şayet.
Ateş onu sardıkça Hüzünkâr gülümserdi
“Ben kül olmayacaksam bu ateş niye? ” derdi.
“Yangına koşuyorsam, bil ki aşktır nedeni,
Yanıp küle dönmeden sevdim diyemem Seni.
Öyle bir kor oldum ki, gün ağarır ruhumdan
Doğan güneşin bile farkı kalmadı mumdan…”
Huda’nın rızasını almaktı tek dileği,
O’na yakın olmaktı gönlündeki ereği…
Fikrinde ve zikrinde yalnız O’na ibadet
Bu tarifsiz duyguydu, onun için saadet…
Halini meleklerin seyrederdi gıptayla
Huzura varmak için sabrederdi duayla.
Dilinden düşmezdi hiç, bir an “aşk” kelimesi
Asumanı kaplardı aşktan inleyen sesi…
Bu figanı duyanlar secdeye kapanırdı,
Cehennemden yükselen bir haykırış sanırdı.
Bilmezlerdi ondaki aşka sürgün yüreği,
Bilmezlerdi nedir aşk sürgününün gereği…
Bir karanlık kaplardı Hüzünkâr’ın ruhunu,
Aşk nedir bilmeyenler lanet sayardı bunu.
Hüzünkâr yakarırdı her duada Rabbine
İçinde bir kıvılcım alev alırdı yine;
“Ya Rab, şikâyet değil kelamımdaki niyet
Senden emanet olan niçin etsin şikâyet?
Lakin ruhum ağlıyor bir hicranlı aşk ile.
Huzurunda bekleyen sadık melekler bile
Benim garip halime baktıkça hüzünlenir,
Nihayet ki namıma artık “Hüzünkâr” denir.
Tek dileğim tek arzum yakın olmaktır sana,
Mahrum etme aşkından, al beni de yanına…”
Hakk’a varır dilekler yeter ki yürek ansın…
Huda’nın sarayında gün tutuldu ansızın.
Melekler feryat feryat toplandı bir araya,
İçlerinden üç melek çağırıldı saraya.
Hakk’ın emrini alan melekler karanlıkta
Açtı kanatlarını ve yol aldı boşlukta.
Karanlığı yakarak nice yollar aştılar,
Nihayet Hüzünkâr’ın yurduna ulaştılar.
Bütün heybetleriyle kaplayarak semayı
Selamladılar önce rahman olan Huda’yı;
Hüzünkâr önlerinde el pençe bekliyordu.
Meleklerden birisi öne çıktı ve sordu;
“Ey Hüzünkâr nedir aşk diye figan ettiğin,
Nedir ki onu anan yoktu bugüne değin?
Nasıl bir şey ki her an fikrinde zikrindedir
Hayır mıdır şer midir, bundan dileğin nedir?
Canana seslenirsin, aşkın kime karşıdır?
Huda’dan başka canan ihtimali var mıdır? ”
Hüzünkâr şaşırmıştı bu sual karşısında:
“Ben yanıp kavrulurken aşkın alev tasında
Nasıl olur da anmaz kimse onun adını
Nasıl bilmez kimseler aşkın keskin tadını?
Yoksa ben bir serap mı görmekteyim sahrada
Sizler de mi yoksunuz şu an yoksa burada?
Peki ya içimdeki bu ateş neyin nesi,
Nedir bu alev alev kaybetmek endişesi?
Bütün benliğimi ben teslim etmişim Hakk’a,
Varsa da arzu etmem canan Huda’dan başka.'
Bu cevapla birlikte kanatlandı melekler,
Semayı kırbaç kırbaç parçaladı şimşekler.
Gün karardı, âleme kül rengi bir sis çöktü
Yırtarak karanlığı, fecir kıpkızıl söktü…
Üç melek girer girmez sarayın kapısından
Bütün âlem başladı ağlamaya yasından.
Beyaz gölgeler indi saray duvarlarına
Hüzün kan gibi doldu mermer damarlarına.
İlahi emri alan melekler birer birer
Gerip kanatlarını boşlukta süzüldüler.
Vardılar Hüzünkâr’ın aşk kokan hanesine
Seslerini kattılar şimşeklerin sesine:
Dediler, “Ey Hüzünkâr hayata gideceksin,
Yoksa yüce Rabbine isyan mı edeceksin? ”
Dedi “Burda mutluyum, hem ibadet ederim,
Rabbimin huzurudur ait olduğum yerim.
Rızası olacaksa terk eylerim âlemi,
Aşkım hesaba katmaz Cenneti Cehennemi.”
Açıldı gök kubbede sudan örme bir duvar,
Ve seyretti hayatı bu duvarda Hüzünkâr:
Doğumdan ölüme dek bir hayat serüveni…
Akrebin kıskacında bir zaman değirmeni…
Bir dünya ki burada her şey özünden farklı,
Her şey kendinden uzak bir sis ardında saklı.
Yaşam ve ölüm, iki yoldaş gibi kol kola
Yürürlerken, bir handa vermişler sanki mola.
Emekleyen bir bebek ve bir toprak yığını…
Gördü beşik ve kabrin farkı olmadığını.
Her şey eşyanın somut varlığından ibaret
Ruhlar bedende hapis, duygularsa emanet.
İnsanlar gördü, bir çift kanat farkı melekten,
Ve insanlar gördü yok nasibi bir yürekten.
Savaşlar, ihtilaller, kan, irin ve gözyaşı,
Kalabalıklarında hayatın, can telaşı…
Kimi çırpınır durur yaşamak çabasında
Kimi de havlu atmış bu kurtlar sofrasında.
Almak için öldüren, vermek için öldüren,
İnsanlar gördü, kendi çiğ etini kemiren…
Vahşetin her türlüsü yaşanıyor burada,
Çığlıklar, feryatlar ve ağıtlar bir arada…
Bir gün dahi son bulmaz damlamadan yere kan.
Dakikalar içinde milyonlar verirken can,
Kimi başarısıyla, zaferiyle övünür,
Kimi de yavrusunun acısıyla dövünür.
Gökyüzünü süsleyen bulut kümesi mantar
Şemsiyesi altında doğaya ölüm saçar.
Ve insanlık adına bunu bilim sayanlar,
Vahşetin bir adını da deney koyanlar var.
Hüzünkâr dedi “Hayat buysa istemem gitmek
Burda kalıp Rabbime arzum ibadet etmek.
N’olur beni atmayın o zulüm dolu yere,
Hayata gitmem” diye yalvardı meleklere…
“Bir günden daha kısa, say ki daldın rüyaya,
Önce yükselip sonra düşeceksin sevdaya…
Bulacaksın orada aradığın cananı,
Anlayacaksın aşkı geldiğinde zamanı.”
“Bana canan demeyin, Hakk’ı canan bildim ben
Ondan gayrı bir canan isteyeyim ki neden? ”
Henüz sona ermeden bu sözlerin yankısı
Sardı bütün âlemi bir perinin şarkısı.
Bu şarkıyla Hüzünkâr kapılmış gibi sihre
Söndü ışığı, feri, düştü olduğu yere.
Duvarda alev alev bir siluet belirdi
O lahza Hüzünkâr’ın ruhuna ateş girdi.
Suda yanan bu alev bir peri, bir afetti
Bir bakış Hüzünkâr’ı esir etmeye yetti.
O gözler mavi değil, sanki bir çift girdaptı,
Bir bakıştan fazlası dayanılmaz azaptı.
O saçlar ki, rüzgârı denizleri kuruttu
Öyle bir kızıldı ki Hüzünkâr’ı kan tuttu.
Kulağı sağır, gözü kör, dili lâl kesildi,
Lügatında yazılı tüm isimleri sildi.
Dedi “Kimdir bu melek, beni koydu bu hale.”
Melekler bir ağızdan dediler, “Adı Şule...”
SEDAT BÜYÜK