ABBASİLER DÖNEMİNDE TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ
Abbasiler döneminde Türk-Arap ilişkileri kısaca şu şekilde özetlenebilir:
1. Abbasiler ve Türkler arasındaki ilişkiler Talas Savaşı ile başlamıştır.
2. Hoşgörülü bir yönetim anlayışı benimseyen Abbasiler Türklere askeri, idari görevler vermişlerdir.
3. Türkler Bizans sınırına kurulan Avasım eyaletlerine yerleştirilmişlerdir.
4. Abbasi halifesi Mutasım , Bağdat yakınlarında kurduğu Samara Şehrine Türkistan'dan getirdiği Türkleri yerleştirmiştir.
5. Gazneliler ve Selçuklular, Şii Büveyoğullarını yenerek Abbasi halifelerini himayeleri altına almışlardır.
Abbasilerin Türklerle iyi geçinmesindeki ve Türklerin Araplara karışmasını önlemelerindeki asıl amaç; Türklerin askeri yeteneklerinden faydalanmaktır.
AB EĞİTİM PROJELERİ
En ünlüleri; AB Socrates Eğitim Programı, Gençlik Programı, Avrupa için Akıllı Enerji Programı, Girişim ve Girişimcilik Programı, Ayrımcılıkla Mücadele Programı, Erasmus Eğitim Programı, E-Güvenlik Programı, Leonardo Eğitim Programı, İstihdamın Teşvik Edilmesi Programı ve Dijital Ürünler ve Dil Çeşitliliği Programı'dır.
Programlara katılım ön şartı, aday ya da üye ülkelerin, bütçeye, katkı payı ödemeleridir. Aynı zamanda, mevcut programlar için sistemin önceden kurulması da gerekir.
Türkiye, AB Programlarına 2002 tarihinde, Helsinki Zirvesi ile başlamıştır. Türkiye, AB Programlarının çoğunu uygulayan bir ülkedir.
Türkiye'de Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, AB Gençlik ve Eğitim Programlarından sorumlu kurumdur.
AHLAT
Yabani armut. Meyveleri armuta benzer ama çok daha küçük (erik kadar) ve sert olur. Çok geç olgunlaşır (Ekim sonu-Kasım ayları). Olgunlaştığında bile eti sert ve kumludur.
Van Gölü'nün kuzeybatı kıyısında sahil kenarında kurulu, 35.000 nüfuslu, Bitlis iline bağlı bir ilçe.
Kuzeyinde Muş ive ilçeleri , güneyinde Van Gölü bbulunur.
Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya "Halads" derken, Türkler ve İranlılar "Ahlat" demiştir.
AHMET I. (1590 -1617)
Osmanlı padişahlarının on dördüncüsüdür. III. Mehmetin oğludur.
I. Ahmet (1603-1617), Kardeş öldürme geleneğine son vererek padişahlığın Osmanlı soyundan büyük ve aklı başında olanına geçmesi (ekber ve erşed) usulünü getirdi. Bundan sonra şehzadeler, sancaklara gönderilmeyip sarayda kafes hayatı yaşadılar. Bu durum şehzadelerin devlet yönetiminde bilgi ve deneyim kazanmalarını engelledi. Sarayda öldürülme kaygısı içinde yaşadıklarından, birçoğunun ruh sağlığı bozuldu. I. Ahmet tahta çıktığı sırada, doğuda İran, batıda Avusturya ile savaşlar devam ediyordu. İçte ise Celalî isyanlarının yaşandığı hareketli bir dönem oldu.
AHMET HAŞİM
Bireyci öz şiirin ustalarındandır. Ona göre şiirin dili, anlaşılmak için değil, duyulmak içindir. Kapalı şiirler yazdı.
Eserleri: Şiir:Göl Saatleri, Piyale, Düzyazı: Bize göre, Frankfurt Seyahatnamesi, Gurabahane-i Laklakan.
AHMET MUHİP DIRANAS
Sinop'ta doğdu........Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talebesi.
C.H.P Genel Merkez'inde, Halkevleri kültür ve sanat yayınlarını yönetti
Çocuk Esirgeme Kurumu Yayın Müdürü, Kurum Başkanı olarak görev aldı.
Muhip Atalay adıyla ilk şiiri yayımlanmıştır.
Adı "Fahriye Abla" şiiriyle özdeşlemiştir.
Şiirlerinde konu olarak Anadolu'yu ,memleket manzarlarını, doğa ve tarih sevgisini işlemiş.
Şiirde biçim ,ahenge ve sese önem vermiştir.
Ölçü ve uyağa sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.
Fransız sembolist şiirinin öncülerinden Baudelaire ve Verlaine'in etkisi altında kalmıştır.
Eserleri :
Gölgeler, O Böyle İstemezdi, Kırık Saz , Fahriye Abla , Serenad
AHMET YESEVÎ
Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.
Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.
Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır
Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.
Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir
AKİL VE NAKİL
Akıl, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüklerindendir. Çünkü insan birçok şeyi akılla anlayıp farkına varıyor ve mana veriyor. Doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini akılla tartarak birbirinden ayırt edebiliyor. Hatta buna binaen Allah, aklı olanı sorumlu tutuyor. Aklı olmayan çocukları ve delileri sorumlu tutmuyor. Ayet sonlarında ‘düşünmez misiniz?’ gibi ifadelerle akla havaleler yapıyor. Fakat akıl tek başına yeterli olmayıp vahiyle birlikte olursa yani, akıl vahye tabi olursa insan doğru yolu bulabiliyor. Sadece aklı esas tutup vahyi dinlemediği zaman doğru yoldan uzaklaşıyor. Bu noktada İmam-ı Gazali hazretleri, “göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur.” diyerek vahiy nuru olmadan aklın hakîkatları göremeyeceğini ifade etmiştir.
İslam âleminde bazı kimseler, vahyi dinlemeyen batı felsefesinin etkisiyle aklı yeterli görüp her şeyi akıl ölçüsüne göre tartmaya çalışıyorlar. Aklı Kur’an ve sünnet ölçüsüne göre çalıştırmak yerine “İslam akıl dinidir” diyerek Kur’anı ve sünneti akıl mihengine vuruyorlar. O zaman herkesin anlayışı ve akıl ölçüsü farklı olduğu için herkese göre farklı bir din anlayışı ortaya çıkmaz mı? Evet, İslam akıl dinidir. Fakat akla ölçü nedir? Akla ölçü vahiydir. Kur’an ve sünnet ölçüsüdür. İslam, akıl, hikmet ve mantık üzerine tesis edilmiş ve selim olan akla uygundur. Bir ayette selim akla şöyle işaret edilmiştir. “Ancak selim akılların sahipleridir ki, iyice düşünür (ve anlar.)” (Ra’d Suresi, 19)
Bir hadiste ise şöyle işaret edilmiştir. “Akl(-ı selim) ile rızıklandınlan kimse, kurtuluşa ermiştir.” (Feyzü'l-Kadir)
Bediüzzaman hazretleri bu konuda şöyle diyor:“ Takarrur etmiş(kararlaşmış) usuldendir: akıl ve nakil tearuz ettikleri(birbirine zıt oldukları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. (Muhakemat)”, “Ayetlerin sonunda zikredilen ‘Hiç düşünmüyorlar mı?’,‘ Düşünmezler mi?’,‘ Düşünmez misiniz?’ cümleleriyle İslamiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses(tesis edilmiş) olduğuna işaret etmiştir ki, İslamiyeti herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslamiyetin şanındandır. (İşarat-ül-icaz)”
Eğer sadece akıl yeterli olsa idi, her şeyi hikmetle yapan Cenab-ı Hakk kitap ve peygamber göndermezdi. Demek, her şeyi en iyi bilen ve hikmetle yapan Cenab-ı Hakk, tek başıyla akıl yeterli olmadığı için akla ölçü olarak kitap ve peygamber göndermiştir.
İslamın akılla birlikte nakil denilen Kur’an ve sünnet ölçüsüyle anlaşılması gerektiğine latif bir misal hazreti Ali (r.a) efendimizin şu sözüdür. “İslam sadece akıl dini olsa idi bizler mestin üstünü değil altını mes ederdik.”
Zaman zaman dinde aklın almadığı şeyler olduğunu söyleyenler çıkmaktadır. Her şeyden önce bu sözü "aklın almadığı" değil, "aklın anlayamadığı şeyler" olarak düzeltmek gerekir. Buradaki ölçü aklın anlayamadığı şeyleri hemen reddetmek değildir. Cenabı Hakk’ın bize bildirdiklerini anlamaya çalışmak; anlayamadıklarımızı bilenlerden ve anlayanlardan sormak ve öğrenmektir. Hem akıl her şeyi anlayacak bir kabiliyette değildir. Çünkü insan yaratılışı gereği belli sınırları vardır. Sınırsız ve mutlak bir varlık değildir. Nasıl ki, insanın kulağı belli frekanstaki sesleri işitebiliyor; diğer sesleri işitemiyor ve belli şeyleri görebiliyor; diğerlerini göremiyor ise aklı da belli şeyleri anlayabilir. Mesela 50 tonluk bir kantara 60 tonluk bir tır çıksa o kantar çekmez. Bunun gibi insanın aklı da her şeyi kavrayamaz. Buna bir işaret olarak meşhur Ziya Paşa şöyle demiş: “ İdrak-i meali bu akla gerekmez. Zira bu kadar sıkleti bu terazi çekmez.” Zaten Cenabı Hak, insana aklının anlayamayacağı şeyleri yükleyip mükellef tutmuyor.
AKTİF ÖĞRENME
Eğitim sistemleri, öğrencinin aktif katılımına ve kendi deneyimleri aracılığıyla öğrenmesine çok önem vermektedir. Çağdaş eğitim akımlarının hepsi, öğrencinin okulda ve derste daha aktif olması ve öğrenme sürecine doğrudan katılmasını öngörmektedir. Artık sadece öğretmen tarafından etkilenmeyi bekleyen öğrenci değil, kendisi araştırıp bularak, devamlı soru sorarak, tartışmalara katılıp kendisi faaliyet göstererek öğrenen öğrenci tercih edilmektedir.
Aktif öğretim, öğretme-öğrenme sürecinin çeşitli yönleriyle ilgili karar alma fırsatlarının verildiği, öğrencinin öğrenme sırasında zihinsel yeteneklerini kullanmaya zorlandığı bir süreçtir. Aktif öğretimde öğrenci aktiftir ve yüksek düşünme ve karar verme becerilerini kullanır. Öğrenciler, süreç boyunca sürekli iş birliği ve koordinasyon hâlindedirler. Öğretmen, bu süreçte öğrenmeyi kolaylaştıran ve öğrenci ile beraber öğrenen konumundadır. Aktif öğretimde amaç, öğreneni pasif izleyici ve gözlemci konumundan çıkartıp öğrenme olayının içine çekmektir. Aktif öğretimde öğrencinin fiziksel anlamda derse katılımı şarttır. Aktif öğretim, öğrencileri düşünmeye, öğrendiği bilgiler üstünde yorum yapmaya teşvik eden bir yoldur. Böylece öğrenci, düşünce ve fikirlerini rahatlıkla ifade edebileceği, uygulayacağı zeminler bulacak ve öğrenme, kalıcı olacaktır
Gerçekte aktif öğrenme bir öğretim modelidir.
• Aktif katılım,
• Etkinlik üzerine odaklanma
• Bir strateji ve taktikler grubunu içeren bir modeldir.
• Öğretmenin rolünde değişim
• Özgür ortam
AKRABA EVLİLİĞİNİN SAKINCALARI
a. Akrabalar arası kırgınlığa yol açma: Işık tepe köyü muhtarının belirttiği sakıncalardan birisi şu: Evde bir anlaşmazlık olduğunda (dövülme, kötü söz) kız hemen annesine uğrayıp durumu bildirmekte, o zaman da onlarla kırgınlık doğmaktadır. Işık tepe köyünde gençler artık akrabalarla evlenmek istemiyor. Çünkü ayrılmak söz konusu olunca akrabalarla da kırılma, küsme oluyor diyorlar. Bu nedenle kızdan memnun olmadığı halde sırf akraba olduğu için evliliği sürdüren, boşayamayan aileler vardır. Işık tepe’den bir genç; “Akraba kızı nazlı olur. Bir iki tokat atınca hemen babası evine kaçar” diyordu.
b. Çocukların sakat doğuşu: Yakın akraba evliliklerinden doğan çocuklar genellikle biyolojik olarak sakat doğmaktadır. Hatta Antalya ve Konya’da yapılan çalışmalarda akraba evlilikleri ile bebek ölümleri arasındaki ilişkinin anlamlı olduğu saptanmıştır.
ALASKA
Alaska, ABD'nin yüzölçümü en büyük, nüfus yoğunluğu en az olan eyâletidir. Rusya İmparatorluğu'ndan 30 Mart 1867'de 7,2 milyon dolar karşılığında satın alınarak ABD'ye katılmıştır. Oldukça soğuk bir iklime sahiptir.
ALKOLLÜ ARAÇ KULLANIMI
Kaza riskleri nedeniyle trafik polisi için, sürücülerin alkol kontrolünün özel bir önemi vardır. Sürücü, alkolmetre ile yapılan test sonucunda alkollü çıkarsa; 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 48/5 maddesi gereğince para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (6) ay süreyle Trafik Polisince geri alınır.
Aynı sürücü aynı suçu işlerse; yine Kanunun ilgili maddesi gereğince para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (2) yıl süreyle Trafik Polisince geri alınır.Aynı sürücü üçüncü kez alkollü olarak araç kullanırken tespit edilirse, kanunun ilgili maddesinde belirtildiği şekilde para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (5) yıl süreyle Trafik Polisince geri alınır. Ayrıca (6) aydan az olmamak üzere hafif hapis cezası uygulanılır. (5) yıl süreyle geri alınan sürücü belgesi sahipleri, 5. yılın sonunda, psiko-teknik değerlendirme ve psikiyatri muayenesi sonrasında durumu uygun olanlara belgeleri iade edilir
ALTIN PALMİYE ÖDÜLLERİ
Fransa’nın Cannes şehrinde, Uluslararası Cannes Film Festivali'nde verilmektedir., Festivalin en büyük ödülüdür.
1982 de YOL filmiyle Yılmaz Güney ve Şerif Gönen ödüle layık görülmüştür.
2014 te KIŞ UYKUSU filmiyle Nuri Bilge Ceylan ödüle layık görülmüştür.
ALTIN KOZA
Adana Altın Koza Film Festivali, Adana'da genellikle Haziran ayında düzenlenmesine karşın son yıllarda Eylül ayında düzenlenen bir film festivalidir. En son 2013 yılında 20. kez düzenlenmiştir.
Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Öğrenci Filmleri Yarışması, Dünya Sineması Örnekleri, Özel Bölümler, Kısa Film Bölümleri yer almaktadır.
Çukurova'nın geleneksel ürünü pamuğu simgeleyen "Altın Koza Film Festivali", ilk kez 1969 yılında, "Film Şenliği" adıyla düzenlendi.
AMASYA GÖRÜŞMELERİ (20-22 EKİM 1919)
İstanbul'da yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinin uzlaşmacı politika benimsemiştir.Bu amaçla Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Sivas Temsil Heyeti başkanı Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Amasya'ya gönderdi. Temsil heyeti ile 3 gün süren görüşmeler sonunda Salih Paşa, ileri sürülen konuları şahsen kabul etmiş, İstanbul Hükümeti’ne de kabul ettirmeye çalışacağını belirtmiştir.
Bu görüşme sonrasında kabul edilen kararlar şunlardır:
• İstanbul Hükümeti Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni yasal bir kuruluş olarak tanıyacaktır.
• Azınlıklara siyasi ve ekonomik ayrıcalıklar verilmeyecektir.
• Meclis-i Mebusan'ın bir an önce toplanması sağlanacaktır.
• Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin işgaline izin verilmeyecektir.
• İtilaf Devletleri ile yapılacak barış görüşmelerinde Temsil Heyeti'nin uygun göreceği kişilerin bulunması sağlanacaktır.
Amasya Görüşmeleri'nin Önemi
• İstanbul Hükümeti temsilcisi Erzurum ve Sivas kongresi kararlarını kabul etmekle Anadolu'da ki ulusal mücadeleyi hukuksal olarak tanımış oluyordu.
• Anadolu'nun haklılığı ulusal mücadeleye katılımı artırırken itilaf Devletleri de Türk ulusunu diledikleri gibi yönlendiremeyeceklerini anlamaya başladılar.
NOT : İstanbul Hükümeti Amasya Görüşmeleri'nde alınan Meclis-i Mebusan 'ın açılması kararı dışında hiç bir karara uymadı.
AMİRAL BRİSTOL RAPORU (11 EKİM 1919)
Yunanlıların İzmir’i işgalinden sonra başlattıkları katliamlar nedeniyle Avrupa kamuoyu Türklerden yana bir tutum içerisine girdi.
Osmanlı Devleti’nin isteği üzerine katliamları araştırmak üzere bölgeye bir heyet gönderildi.
Amerikalı Amiral Bristol başkanlığında İngiliz, Fransız ve İtalyan generallerden oluşan heyet bir rapor yayımladı.
Düzenlenen raporda Yunanistan’ın bu bölgedeki işgallerinin haksız olduğu bildirildi. Batı Anadolu’da Yunanlıların propaganda ettiği gibi Rum nüfusun fazla olmadığı ortaya çıkmıştır.
NOT: Bristol Raporu, Türk milli mücadelesinin haklı olduğunu kabul eden ve destekleyen ilk uluslar arası belgedir.
ANADOLU ÂŞIK EDEBİYATI
Halk edebiyatı içinde yer alan bir koldur
Halk diliyle ve hece vezniyle meydana getirilen, saz eşliğinde söylenen şiirlerden oluşan geleneksel edebiyatımızın adıdır. Âşık Edebiyatı'nın kökü Orta Asya'ya kadar dayanır. Bu akımı temsil eden âşıklar, ellerinde sazları ile diyar diyar dolaşarak sanatlarını icra ederler.
Âşık Edebiyatı Özellikleri:
1)Aşık veya ozan denilen kişilerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlerden oluşur.
2) Genelde sözlü olmasına rağmen şairler, sonraları şiirlerini "cönk" dedikleri defterlerde toplamışlardır.
3) Şiirlerde anlatım içten, canlı ve yalındır.
4) Şairler, halkın içinden çıktığından halk dilini kullanmışlardır.
5) Nazım birimi dörtlüktür.
6) Koşma, semai, destan, varsağı gibi nazım şekilleri kullanılmıştır.
7) Hece ölçüsünün 7'li, 8'li ve 11'li kalıplarına ağırlık verilmiştir.
8) Aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, ölüm, özlem, kıskançlık, yiğitlik, konu olarak işlenmiştir.
9) Göz kafiyesi anlayışı yerine, kulak kafiyesine ağırlık verilmiştir.
10) Şiirlerin son dörtlüğünde şairin adı veya mahlası geçer.
11) Genellikle yarım ve cinaslı kafiye kullanılmıştır.
12) Kalıplaşmış benzetmeler vardır. Buna göre sevgili anlatılırken yeşil başlı ördek, inci diş, elma yanak, badem göz, kiraz dudak, keman kaş, sırma saç, selvi boy gibi benzetmeler kullanılmıştır.
13) Aşık Edebiyatı, somut bir edebiyattır
14) Şiirler, işlenen konulara göre "koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt" gibi adlar alır.
ÂŞIK EDEBİYATI'NIN TEMSİLCİLERİ :
16. yüzyıl: Köroğlu, Kul Mehmet, Aşık Garip, Aşık Kerem
17.yüzyıl: Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Aşık Ömer, Kuloğlu, Ercişli Emrah
18.yüzyıl: Gevheri
19.yüzyıl: Dertli, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani, Ruhsati
20.yüzyıl: Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Reyhanî, Âşık Şeref Taşlıova.
NOT: 19. yüzyıl halk şairlerinden Dadaloğlu, Divan şiirinden etkilenmemiş, böylece aynı yüzyıldaki halk şairlerinden ayrı yol izlemiştir
ANAYASANIN 62 MADDESİ
C. Yabancı Ülkelerde Çalışan Türk Vatandaşları
Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken tedbirleri alır.
ANAYASANIN 67.MADDESİ
Seçme, Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları
Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halk oylamasına katılma hakkına sahiptir.
Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre yargı yönetim ve denetimi altında yapılır. Ancak, yurt dışında bulunan Türk vatandaşlarının oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla kanun, uygulanabilir tedbirleri belirler.
Onsekiz yaşını dolduran her Türk vatandaşı, seçme ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir
ANAYASALARIMIZ
Türk Tarihinde ilk anayasal alanda düzenlemeler Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile başlamış fakat bunlar anayasa olmayıp bu alanda gerçekleşen ön çalışmalardır. Anayasalar ise şunlardır:
KANUN-I ESASİ (1876)
► I.Meşrutiyetin ilanıyla II. Abdulhamit zamanında yürürlüğe girdi
► Türk Tarihinin ilk anayasasıdır.
► Yürütme yetkisi padişah ve Bakanlar Kuruluna (Heyet-i Vekiliye) aittir.
► Buna göre parlamento iki meclisten oluşur.
► a-Ayan Meclisi: Üyeleri padişah tarafından ölünceye kadar atanır.
► b-Mebusan Meclisi: Üyeleri 50 bin kişi tarafından belirlenir. 4 yıllık için seçilir.
► Meclisi açma kapama yetkisi padişaha aittir. Gerekli gördüğünde kapatabilir.
► Padişah devlet güvenliğini tehlikeye sokanları sürgüne gönderebilir.
► Bununla halk ilk kez yönetime katılmıştır.
► Kanun İngiltere ve Belçika dan etkilenilmiştir.
1921'DEN GÜNÜMÜZE ANAYASALARIMIZ:
1921 ANAYASASI ( TEŞKİLAT-I ESASİYE'Sİ)
Cumhuriyetin ilanından önce Kurtuluş Savaşı devam ederken kabul edilen bir anayasadır.
Ayrıntılı olmayan kısa bir anayasa olup hak ve özgürlüklere yer vermemiştir.
Yasama, yürütme ve yargı güçleri TBMM'de toplanmıştır. (Güçler birliği)
Milli egemenlik ilkesinin kabul edildiği ilk anayasadır.
Türk tarihinin en kısa süreli anayasasıdır.
TBMM Başkanı aynı zamanda Devlet Başkanı'dır.
İlk ve tek yumuşak (kolay değiştirilebilir) anayasadır.
Kuvvetler birliği ilkesini benimsemiştir.
Hükümet, seçtiği vekiller tarafından yönetilir.
Seçimler iki yılda bir yapılır.
Hangi ilin başkent olacağına karar verilmemiştir.
1924 ANAYASASI:
Cumhuriyet döneminin ilk anayasasıdır.
36 yıl yürürlükte kaldığı için en uzun süreli anayasamızdır.
1937 yılında Atatürk ilkeleri bu anayasaya girmiştir.
En uzun süreli anayasadır.
En çok değişiklik yapılan anayasadır.
Kişi hak ve özgürlükler tanınır.
Sosyal haklara yer verilmez
Devletin yönetim şekli cumhuriyettir.
Devletin dini İslam, başkenti Ankara ve dili Türkçe'dir.
Devletin başkenti, rejimi ve bayrağı değiştirilemez.
Yasama ve Yürütme yetkileri meclise aittir.
Yargı, bağımsız mahkemelerce yürütülür.
Seçimler dört yılda bir yapılır.
Not: Devletin dini İslam'dır maddesi 1928 yılında anayasadan çıkarıldı.
1961 ANAYASASI:
Temel insan hak ve özgürlüklerine en fazla yer veren anayasamızdır. Bu nedenle en özgürlükçü anayasamızdır.
Yasama, yürütme ve yargı organları (güçleri) birbirinden tamamen ayrılmıştır. Böylece "Güçler Ayrılığı" kesinleşmiştir.
Devletin "sosyal devlet" özelliği öne çıkartılmıştır.
1982 ANAYASASI:
Bugün kullandığımız anayasamızdır.
1961 Anayasası'nın getirmiş olduğu özgürlüklerde kısıtlamaya gitmiştir.
İnsanların demokrasi bilinci geliştikçe, toplumsal ihtiyaçlara göre günümüze kadar birçok değişiklikler yapılmıştır. 1982'de kısıtlanan hak ve özgürlüklerin kapsamı giderek genişletilmiştir.
ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEYECEK MADDELERİ
Madde 1-Devletin şekli
Madde 2-Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 3-Bölünmez bütünlüğü, dili, bayrağı, başkenti, millî marşı.
1.madde: Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
2.madde:Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
3.madde:Türkiye Devletinin;
Dili Türkçedir.
Bayrağı beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Marşı İstiklal marşıdır.
Başkenti Ankaradır.
ANAYASAMIZDA KİŞİ HAK VE HÜRRİYETLERİNİ KISITLANMASI
1- Sınırlama Ancak Kanunla Yapılabilir: Sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir. Ancak bazı hallerde idare düzenleyici işlemlerle bazı sınırlamalar getirebilir. Bu sınırlamalar da Anayasaya ve kanunlara uygun olmak zorundadır. Kanun hükmünde kararname ile de haklar sınırlandırılabilmektedir. AY.m.91' e göre; KHK. Çıkarabilmek için Bakanlar Kurulunun, TBMM' den yetki kanunu alması ve bu yetki kanununa göre, yetki kanununda belirtilen hususlarda ve sürede KHK. Çıkartması gerekir. Yetki kanunu, KHK. nin amacını, ilkelerini, süresini ve sayısını göstermek zorundadır. Ayrıca, KHK. İle Anayasada belirtilen temel hak ve özgürlükler ile siyasi hak ve ödevler düzenlenemez. Bu kısma ilişkin KHK. Çıkarılamaz. Burada Anayasa 121 ve 122. Maddeleri, olağanüstü rejimlerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun yetki kanunu olmadan olağanüstü hal ve sıkıyönetimin gerektirdiği konularda KHK. Çıkarabildikleri gibi, çıkan bu KHK.ler de Anayasa mahkemesi denetimine tabi değildir ve yine bu KHK.ler ile temel hak ve özgürlükler konusunda da düzenleme yapılabilmektedir. 2- Ölçülülük İlkesi: A.İ.H.S. nin 15. Maddesi harp ve ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlike halinde akit devletlere "durumun gerektirdiği ölçüde" sözleşmede kabul edilen yükümlülüklere aykırı önlem alma yetkisi vermektedir Buna göre, sınırlamada başvurulan aracın sınırlamayı gerçekleştirmeye elverişli olması, amaç için gerekli olması ve araç ile amaç arasında bir oran bulunması gerekir. Nitekim, AY.m.15 "...durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir..." demek suretiyle bu ilkeden dem vurmuştur. Burada kastedilen sınırlama aracının ,sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olması, amacın gerçekleşmesi için gerekli olması ve amaç ile araç arasında ölçüsüz bir oranın bulunmamasını ifade etmektedir. 3- Anayasanın Lafzına ve Ruhuna Uygun Olması: Anayasa, özellikle bazı haklar bakımından kendi içinde bazı güvenceler getirmiştir. Bunlar, kanun koyucuyu sınırlamaktadır. Kanun koyucunun, bu ek güvencelere rağmen ve bunlara aykırı olarak bir düzenleme yapması mümkün değildir.
ANKARA SAVAŞI
Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han'ın, Ankara'da yaptıkları savaş (1402).
Dünya tarihinin en büyük 5 meydan savaşından biri olarak kayıtlara geçmiştir.
Bu savaş 11 yıllık fetret devrine ve Osmanlı'nın ilerlemesinin yavaşlamasına yol açtı.
Bu yüzden tarihimizde kötü iz bırakmış savaşların başındadır...
Bir asır içinde Osmanlı devleti, Balkanlar’da ve Anadolu’da hakim güç haline gelmişti. Bu esnada Doğu’da, Maveraünnehir bölgesinde Timur Han tarafından kurulan Timur Devleti, kısa bir sürede Hindistan’dan İran ve Anadolu’ya kadar topraklarını genişletmişti. Timur’un amacı, doğuyu ve batıyı hükümranlığı altına almaktı. Bütün ömrü bu hedefi gerçekleştirmek için seferlerde geçti. Timur, bu amacını gerçekleştirmek için Anadolu üzerine sefere çıkınca Timur’un önünde duramayan Doğu Anadolu’daki Karakoyunlu Devleti’nin hükümdarı Kara Yusuf, Yıldırım’a sığındı.Timur, Yıldırım’ın Osmanlı’ya kattığı Erzincan, Sivas ve Malatya’yı yakıp yıktı, ardından da Memlûklara bağlı Suriye’yi işgal etti.Bir tarafta topraklarını Osmanlı’ya karşı kaybettikleri için Yıldırım’a karşı Timur’a sığınan Anadolu’daki Türk beyleri ile diğer tarafta devletini Timur’a karşı koruyamayıp Osmanlı’ya sığınan Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf da Yıldırım ile Timur arasındaki bu üstünlük mücadelesinde etkili oldu. Bu sebeple her iki hükümdar, birbirlerine çok ağır mektuplar yazdılar. Savaş artık kaçınılmazdı.Nihayet her iki ordu 1402 yılında Ankara yakınlarındaki Çubuk ovasında karşılaştılar. Osmanlı ordusu, bu savaşta o tarihe kadarki en ağır yenilgisini almakla kalmadı, aynı zamanda Yıldırım Bayezit de Timur’a esir düştü. Timur, Ege kıyılarına kadar ilerleyip Anadolu’yu hükümranlığı altına aldı ve kendisine sığınan Türk beylerine topraklarını iade etti. Yıldırım’ın Osmanlı’ya kattığı beylikler böylece yeniden kurulurken Anadolu’da yine çok başlılık hakim oldu. Yıldırım’ın hapiste ölmesiyle oğulları Süleyman, İsa, Mehmet ve Musa arasında 1402’den 1413’e kadar süren taht kavgaları başladı. Bu karışıklık ve kaos durumuna Osmanlı tarihinde “Fetret Dönemi” denilmiştir. Çünkü bir taraftan Anadolu’da eski Türk beyliklerinin tekrar kurulması, diğer taraftan Yıldırım Bayezit’in oğullarının birbirleriyle taht mücadelesine girişmeleri Osmanlı’yı yıkılmanın eşiğine getirmiştir. Timur’un Karadeniz’in kuzeyindeki Altınordu Devleti’ni de zayıflatması bu bölgedeki Türk hâkimiyetini olumsuz etkilemiştir. Altınordu Devleti’nin yıkılmasıyla Ruslar hakimiyetlerini, Hazar’ın ve Karadeniz’in kıyılarına doğru genişletmeye çalışmışlar, bunun için de bu bölgelerdeki Türk hanlıklarını saldırılarıyla taciz etmeye başlamışlardır. 1. MEHMET Nihayet Miladi 1413’te devletin başına geçmeyi başardı. Anadolu’da yıkılan devlet yapısını yeniden kurdu ve Anadolu’daki bazı beylikleri tekrar devlete kattı. Bu sebepten tarihçiler Ona devletin ikinci kurucusu manasında “Bâni-i Sâni” ünvanını verdiler. Fetret devrinde en büyük teselli, Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı bir isyan olmamasıydı.
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU HAYATI VE ŞİİRLERİ
Sivas’ın Şarkışla ilçesi ‘nde doğdu, yine Orada öldü.
Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti.
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan,Dadaloğlu gibi halk ozanlarından etkilendi.
Saz çalmayı öğrendi. Anadolu’yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi.
Köy Enstitüleri’nde saz ve halk türküleri dersleri verdi.
Şarkışla’da her yıl adına bir şenlik yapılır.
Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır.
Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur.
Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir.
Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var.
Şiirleri,
-Deyişler
-Sazımdan Sesler
-Dostlar Beni Hatırlasın isimi kitaplarında toplandı.
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
ATATÜRK'ÜN EĞİTİM İLE İLGİLİ SÖZLERİNE ÖRNEKLER
Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.
Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır.
Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz...
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.
Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.
En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.
Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı'nı almak isterdim.
Öğretmenlik ömür boyu sürecek bir öğrenciliktir.
Toplumun düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı öğretmendir
ATATÜRKÜN TÜRK DİLİNİN YABANCI HEGEMONYASINDAN KURTARILMASI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Halk mektepleri açılarak, halka kısa zamanda yeni harflerle okuma-yazma öğretilmeye, okur-yazar seviyesi yükseltilmeye çalışılmıştır. Türkçeyi yabancı dillerin sarmalından kurtarmak, bilimin gereğine göre geliştirmek ve Türkçenin yanlış kullanımını önlemek amacıyla 1931 yılında Türk Tarih Kurumu, 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur
Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Türk dilinin gelişimi ile ilgili yaptığı çalışmaları ve bu çalışmaların sonuçları;
Dildeki sadeleşme hareketlerinin hiçbiri de planlı ve programlı bir devlet politikasına bağlanmış değildi. Yalnızca edebi görüş ve tutumların ürünü idi. Gerçi, planlı ve programlı “Yeni Lisan” hareketiyle Türkçe millileşme bakımından epey yol almış sayılabilirdi. Ancak devrin fikriyatını yapan Ziya Gökalp’in ve Ömer Seyfeddin’in ısrarla belirttikleri gibi, daha dilde Türkçe’nin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kalıplı kelimeler, yabancı ekler, yabancı kelime, ek ve edatlar ile kurulmuş isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfat ve zarfların sayısı hayli kabarık ve düzeltilmeye muhtaçtı. Genel dil dışında; bilim dili, kanun dili ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. O güne kadar dili bir dil bilimi yöntemi ile inceleyen eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil inkılabı, özü itibariyle, çağdaş değerler içinde bir kültür davası olarak ele alınmalıydı. Bunun gerçekleştirilmesi içinde bilimsel temelde çok yönlü ve kapsamlı bir programa bağlanması gerekiyordu. Bu bakımdan dil inkılabının dayandığı fikir temelini:
1-Yabancı etkiler altında benliğini kaybetmiş olan dilimizin millileştirilmesi, ona kendi yapı ve işleyişine uygun bir gelişme yolunun çizilmesi,
2-Bilimsel yollar ile incelenerek aslındaki güzelliğin ve tarihi zenginliğin ortaya konması,
3-Türkçe’mize, kelime türetme ve terim yapma imkanları bakımından işleklik kazandırılarak, uzun vadede zengin bir kültür dili durumuna getirilmesi, şeklinde üç ana ilkede özetleyebiliriz.
Atatürk, Türk dilini yönlendirmek üzere verdiği direktiflerde, sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek, dil ile millet ve dil ile kültür arasındaki bağı hep ön planda tutmuştur. Çünkü, dil ile toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan millet arasında çok sıkı bir manevi bağ vardı. Bir topluluğun millet niteliğini kazanabilmesi, her şeyden önce o millete has gelişmiş milli bir dilin varlığına bağlıydı. Dil bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplumsal akışı ile birlikte yol aldığından, o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Millet bütünlüğünün geleceği de yine dille güvence altına alınabilirdi. Bu gerçekler Atatürk tarafından şu veciz sözlerle dile getirilmiştir: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” ( 1930 )
Atatürk’ün düşünce sisteminde kültürün önemli bir yeri vardır. Çünkü Türk milletinin bağımsızlığını ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak olan değerler kültür değerleridir. O’nun bu görüşü de en veciz ifadesini, çeşitli vesilelerle dile getirdiği: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ve “Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” Sözlerinde bulmuştur.
Görülüyor ki, dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Kısacası, bir milletin kültürü onun dilinde yaşamaktadır. Bundan dolayı da dil, sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Dil ile sosyal yapı ve kültür arasındaki bu bağ Atatürk tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Yazı İnkılâbı
Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır. Atatürk konuşma ve demeçlerinin çoğunda bu hususları açıklıkla dile getiriyor ve diyor ki: “Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir (orantılıdır). Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya (koparılmaya) mahkûmdurlar.”
Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Dil İnkılâbı
Atatürk, tarihin dile, dilinde tarihe yön vereceği görüşünde idi. Medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil hazinesi ihmal edilemezdi. Çankaya köşkünde yapılan görüşmeler sırasında Atatürk, orada bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu ortaya atarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonraki adı ile Türk Dil Kurumu) kurulması kararını vermiştir. Böylece, 12 Temmuz 1932 tarihinde bu cemiyetin kurulması ile dil inkılabı resmi olarak başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirtilmiştir. Dil konusunun çeşitli katkılarla olgunlaştırılabilmesi ve dil davasının halka mal edilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir. 29 Eylül 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra Türk dili üzerindeki çalışmaları yönlendirecek mükemmel bir ana program hazırlanmıştı. Kurultayca seçilen yeni Yönetim Kurulu’nun 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde gerçekleştirilecek ilkeler şöyle sıralanmıştır:
1- Türk dilini milli kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası haline getirmek,; Türkçe’yi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek.
2-Yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış unsurları atmak; Halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan milli bir dil yaratmak.
Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Klavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Klavuzu adlı iki küçük klavuzda toplanmıştır.
Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, klavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükûmet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep klavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
Atatürk Dönemi Dil Çalışmaları
1876 Anayasası’nda resmî dil olarak kabul edilen Türkçe, Cumhuriyet’le birlikte devletin müdahale ettiği bir alan olmuştur. Cumhuriyet döneminin dil ve kültür politikaları, bir yandan Batılılaşmanın gereği olarak sunulan zihniyet değişiminin, diğer yandan ulusal birlik kaygılarının etkisi altında şekillendirilmiştir.
Dönemin dil tartışmalarına bizzat katılan ve dil reformunu başlatan Atatürk’ün görüş ve direktifleri belirleyici olmuştur. Amaç, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” cümlesiyle belirlenmiş, hedef de “milli bir kültür yaratma mücadelesi” olarak ifade edilmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında en önemli mesele harf ve imla meselesidir. Mevcut harfler ve imla ya ıslah edilecek ya da Latin alfabesi kabul edilecektir. Devlet her şeyden önce millî bir devletti ve dil işini ele alışı da millî bir politikaydı. Yüzünü Batı’ya çeviren Cumhuriyet’te “laiklik” devlet yönetimine egemen olmuş, dinî öğretim kaldırılmış, tekkeler kapatılmış, eski uygarlığın hatıralarından yalnız Arap harfleri kalmıştı. Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı, öğretiminin güçlüğü, basımının zahmeti gibi iddialar Latin harflerinin kabulü için öne sürülen sebeplerdi.
Türkçe’yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak için girişilen çalışmalar, 1930’lu yıllarda tarama ve derleme yoluyla, sadeleştirmeden tasfiyeye yönelmeye başlar. köylerden on binlerce sözcük toplanır. Bunların konuşma ve yazı dilinde kullanılması teşvik edilir.
1934–1936 yılları arasında tarama ve derleme çalışmalarıyla elde edilen malzemenin ayıklanması işine girişilir. Atatürk’ün isteğiyle Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem, Necmettin Sadak ve Reşat Nuri Güntekin’in de aralarında bulunduğu bir ekiple Dil Kurumu’ndan ayrı bir “Osmanlıca’dan Türkçe’ye Kılavuz Komisyonu” kurulur. Ancak 8000 kadar Arapça ve Farsça kökenli kelimeye karşılık tespit edilerek hazırlanan “Cep Kılavuzu” da Atatürk’ü tatmin etmez ve sonunda dil konusunda bir çıkmaza girildiği fark edilerek dil politikası değiştirilir.
1936–1937 yılları arasında dil felsefesi üzerinde durulur ve Türk Tarih Tezi’ne uygun olarak “Güneş Dil Teorisi” ortaya atılır. 24 Ağustos 1936 tarihinde kabul edilen teori Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği tezinin dilbilimsel temellere dayandırılabileceği düşüncesinden doğmuştur.
AVRUPA GENÇLİK FORUMU
Avrupa’daki gençlerin sesidir. Bu kurum hem gençlerin elde edecekleri faydaları artırmaya hem de onları topluma daha fazla katılmaları için teşvik etmeye çalışmaktadır.
Gençlik Forumlarında öğrenciler farklı bölgelerde bulunan illerde bir araya gelerek “Benim Haklarım, Benim Kimliğim” veya “Din, İnanç ve Vicdan Özgürlüğü” ana teması üzerinden Temel Haklar, AB’de Yerel ve Ulusal Kimlik, Kişisel Kimlik konuları üzerine bilgilendirme konferansları ve workshopların yanı sıra öğrencilerin birbirleri ile etkileşimde bulunabilmeleri için Beden perküsyonu eğitimi, gençlik konseri ve sosyal program gibi kültürel aktiviteler de gerçekleştireceklerdir
ATATÜRKÜN TBMM'yi ACİL OLARAK AÇMASI
İstanbulun isgali ile mebusan meclisi kapatiliyo bu da tbmm nin acilisini hizlandiriyo
İlk TBMM'nin Kuruluş Amacı :
1. Vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını sağlamak,
2. Yurdu düşmandan kurtarmak için milleti bir araya getirmek,
3. Millet adına karar verebilecek bir organ oluşturmak,
4. Ulusal irade ile birlikte hareket etmek.
ATATÜRK E YAPILAN SUİKAST GİRİŞİMİ
16 Haziran 1926 Çarşamba günü İzmir'e gitmek üzere seyahate hazırlanan Gazi Mustafa Kemal Paşaya suikast yapacakları ihbarı üzerine, suikastı fiilen yapmakla görevli olanlar, suç vasıtaları olan bomba ve silahlarıyla birlikte yakalanmışlardır.
Suikast şebekesi, aylardan beri birtakım özel tertibat ile her ne olursa olsun Gazi'ye karşı suikast yapmayı ve bu suretle de hükümeti devirmeyi kararlaştırmıştı. Suikastı hazırlayanlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına mensup bazı kimselerdi. En önemli rolü oynayanlar Terakkiperver Fırkadan İzmit Milletvekili Şükrü Bey ile eski İttihat ve Terakkici Kara Kemal'di. Suikast önce Ankara'da tasarlanmış, Erzincan Milletvekili Sabit Bey'le Faik Bey'in müdahaleleri ile önlenmiş, daha sonra Bursa'da düşünülmüş, bu da uygun görülmeyerek İzmir'de gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.
16 Haziran 1926'da İzmir'e gelmesi beklenen trenin gelmemesi sonucu Giritli Şevki durumu İzmir Valisine ihbar etmiş ve suikastçılar silahları ile birlikte yakalanmışlardır.
Suikast olayının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bir kısım mensupları ile ilgili bulunduğu ortaya çıkmış ve eski İttihat ve Terakkicilerin de bu olayın tahrik ve düzenleyicileri oldukları anlaşılmıştır. Amaçları, önce irticayı tahrik ve dini siyasete alet ederek Mustafa Kemal Paşa'yı iktidardan düşürmekti. Buna muvaffak olamayınca, İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri, Terakkiperver Fırkanın içindeki adamlarıyla suikast teşebbüsü hazırlıklarına girişmişlerdir.
Kurulan İstiklal Mahkemesi, suçları sabit olanları idama mahkum etmiştir. 14 Temmuz 1926'da başta Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Şükrü Bey, Ayıcı Arif, İsmail Canpolat olmak üzere 13 kişi idam edilmiştir.
ATATÜRK GÖREV YERLERİ
1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı.
1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu Manastır’a 3. Ordu’ya atandı.
19 Nisan 1909'da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı.
1910 yılında Fransa’ya gönderildi Picardie Manevraları’na katıldı.
1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı işgaliyle ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte
Tobruk ve Derne bölgesinde görev yaptı.
6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemâl Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı.
1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi.
Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemâl 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemâl, Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletleri’ne "Çanakkale geçilmez!" dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı’nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemâl'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemâl, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemâl, 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşları’nda yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu, onurunu İtilaf Devletleri’ne karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemâl'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemâl Çanakkale Savaşları'ndan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı.15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine Mustafa Kemâl, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracaktır" parolasını ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükûmet Başkanlığı’na Mustafa Kemâl seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
ATATÜRKÜN DEMOKRASİDEKİ TEMEL ÖNGÖRÜSÜ
Yönetim biçimi olarak millet egemenliğine dayalı, cumhuriyet rejimini öngörmek ve bunu bir yaşam biçimi olarak benimsemektir.”
Cumhuriyetçilik ilkesinin esasları:
Cumhuriyet; millet egemenliğine dayalı bir siyasi rejim yani demokrasidir
İrade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, millî hâkimiyet şekline dönüşmüştür ... Demokrasi esasına müstenit hükümetlerde hâkimiyet, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasî kuvvetin, hâkimiyetin kaynağına ve meşrutiyetine temas etmektedir.” Atatürk’e göre “bugün, demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır.” Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren “demokrasi fikri, mukavemet edilemez bir kuvvet ve cereyan” halini almıştır
ATATÜRK'ÜN ESERLERİ
Nutuk (1927)
Geometri (isimsiz yayımlandı) (1937)
Takımın Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1908)
Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911)
Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih
Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)
Cumalı Ordugâhı – Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909)
Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1912)
Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (Manevi kızı Afet İnan adıyla yayımlandı) (1930)
Atatürk’ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad’daki hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır.
ATATÜRK İLKELERİNE GÖRE SİYASİ GÜÇ
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde milli güç unsurları
Atatürkçü Düşünce Sistemi: Gücünü Türk milletinin tarihinden alan ve Türk milletini ileri medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı amaçlayan bir düşünce sistemidir.
Atatürkçü düşüncede milli güç unsurlarını siyasi, ekonomik, askeri ve sosyokültürel güç unsurları olarak sıralayabiliriz.
Siyasi Güç
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde siyasi güç, milli egemenliğe ve demokratik düşüncenin gelişmesine dayanır. Bu hedefin esası, devletin gücünü milletten alması, siyasetin millet iradesine göre çizilmesidir. Kalıplaşmış düşünceleri reddeden bu sistem, tüm yeniliklere açıktır. Atatürkçülük, siyaseti çağdaş usullerle yaparak devletin gücünü arttırmayı amaçlar. Atatürk’e göre siyasi gücün zayıflaması, devletin ve demokrasinin geleceğini tehlikeye düşürür.
Ekonomik Güç
Bir ülkedeki üretim, dağıtım ve tüketim durumlarıyla ilgili her türlü faaliyet, ekonomi konusunun içerisinde yer alır. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde ekonominin de milli bir nitelik göstermesi gerekir. İşte bu yüzden, topluma yön veren en önemli etkinliklerden olan milli ekonomi (Ekonomik Güç), Atatürkçülüğün temel hedeflerinden biridir.
Askeri Güç
Türkiye’nin güçlenip kalkınması için milli güç unsurları arasında önemli bir yere sahiptir. Coğrafi açıdan her türlü iç ve dış tehditlere açık olan Türkiye’nin, her zaman için güçlü bir orduya ihtiyacı vardır. Ekonomik kalkınmanın tam manasıyla sağlanabilmesi, öncelikli olarak ülke güvenliğin tam anlamıyla sağlanabilmesinden geçmektedir. İşte bu yüzden Atatürk, her dönemde Türk ordusuna ayrı bir önem vermiştir. Yeni Türk devletinin kurulmasıyla ordu, yurt savunmasında, siyasi ve ekonomik gücün etkili olabilmesinde en büyük güvencelerden biri olmuştur. Askeri güç sayesinde Kurtuluş Savaş’ı kazanılarak, siyasi ve ekonomik bağımsızlığa ulaşılmıştır.
Sosyokültürel Güç
Eğitimli, teknik bilgilere sahip, kültürlü insanların oluşturduğu güçtür. Kültür yoluyla kazanılacak sosyokültürel gücün öğeleri içerisinde insanın niteliği, yetişme düzeyi, dini inançları, tarihi ve kökeni, örf ve adetleri ile milli birlik ve beraberlik yer alır. Atatürk, toplumun kültürel değişimine büyük önem veriyordu. Türk toplumunun çağın gereklerine göre gelişebilmesini bilim ve teknolojiye bağlayan büyük önder, bireyden başlayarak halkı eğitmek, halkın bilgi düzeyini yükseltmek kısacası, bütün milleti eğitimle aydın olarak yetiştirmek istiyordu.
ATATÜRKE GÖRE EKONOMİ
Uzun süren ve çetin geçen Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, bu savaşı yürüten liderler, başta Atatürk olmak üzere, şu temel soruya cevap aramışlardır: “Türkiye nasıl kalkınabilir, halkın refaha en kısa zamanda kavuşması için nasıl bir ekonomi politikası gütmelidir?” Bunu anlamak için de 4 Şubat 1923’de İzmir’de iktisat Kongresi toplanmıştır. Başkanlığını Kâzım Karabekir Paşa’nın yaptığı Kongre’yi Mustafa Kemal Paşa bir konuşmayla açmış ve ekonominin önemi, ekonomik kalkınma modeli ve bizde o zamana kadar izlenen ekonomi politikasının yanlışlığı üzerinde durmuştur. Atatürk’ün bu kongrede ve daha sonra başka yerlerde başka zamanlarda yaptığı konuşmalarda öne sürdüğü temel görüşler şunlardı:
EKONOMİNİN ÖNEMİ
“Ekonomi her şeydir; milletlerin, devletlerin yükseliş ve çöküş nedenleri iyice araştırılacak olursa, bunun en başta ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Asrımız ekonomi (iktisat) asrıdır. Bu çağda ekonomiye gereken önemi mutlaka vermeliyiz. Kalkınmamızın, ilerlememizin temel şartı budur, iktisadi hayatı canlandırmaktır
“Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olmuştur” der. Çünkü, kılıç tutan el zamanla güçsüzleşir, saban tutan el ise güçlenir. Buna da, örnek olarak Kanada’yı gösterir
KAPİTÜLASYONLAR ecnebilere, başlangıçta, bir lütuf, bir atıfet, bir ihsan olarak verilen bazı imtiyazların giderek genişlediğini ve memleket ekonomisini, maliyesini, hattâ adliyesini kayıt ve şart altına aldığını, bunun da sonuçta, ulusal egemenliğimize ağır kısıntılar getirdiğini söylemiştir
İKTİSADİ ZAFERLER KAZANMAK
Ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar”
MİLLÎ ÇALIŞMA ANDI
Atatürk’ün önerisiyle kabul edilen bu misak ülkede sosyal barış ve sosyal adalet ilkesini dile getirdiği gibi, çalışmanın faziletini, çalışkan olmanın önemini de hatırlatır. Ülkemiz bundan böyle Atatürk’ün deyişiyle, “çalışkanlar diyarı” olacaktır
ÜLKEYİ ZENGİN YAPMA ÖZLEMİ
MİLLÎ EKONOMİ POLİTİKASI, TARIMA VE KÖYLÜYE ÖNCELİK TANINMASI
Yeni devletin milli ekonomi politikasının temel ilkelerini Atatürk şöyle özetliyordu: “Her şeyden önce tarıma ve çitfçiye önem verilecektir. Çünkü ülkemiz halkının büyük bölümü tarımla uğraşan köylülerdir. Ve köylü, bu yeni dönemde, efendimiz olacaktır. Bunun için köylüyü bir cendere gibi sıkan aşar vergisi kaldırılacaktır. Modern tarım metodları uygulanacak, köylüye gerekli olan destek kredisi Ziraat Bankası aracılığıyla sağlanacaktır. El sanatları ve,yerli sanayi teşvik edilecektir”. Bunun için 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarılmıştır. Tarımda makinalaşmanın yararları üzerinde durulmuştur
DEMİRYOLU POLİTİKASI
YABANCI SERMAYE
MİLLÎ TÜCCAR POLİTİKASI
Atatürk, ekonomi politikasında sanayiden çok tarıma önem vermiştir
1- Devletin yeni ekonomi politikası doktriner olmaktan çok, pratik, ampirik, faydacı bir gözle ele alınmıştır. Bu alanda yetişmiş zengin bir uzman ve yetkin bir bürokrasi kadrosu bulunmadığından ve bu işlerden anlayan yabancılarla, bizden olmayan unsurlara da pek güven duyulmadığından, yöneticiler ekonomik hayatın güdümünde daha çok yurdun gerçeklerini ve ihtiyaçlarını gözönünde tutarak, âdeta el yordamıyla, pragmatik bir kalkınma politikası izlemişlerdi.
2- Anayasanın çizdiği teorik çerçeve içinde, başlangıçta daha çok ılımlı, liberal-kapitalist bir toplum yaratma modeli öngörülmüş ve bu yolda bazı adımlar atılmıştı. Bu adımların en önemlilerinden biri de 1925 yılında Türkiye İş Bankası’nın kurulması olmuştur. Bankanın başına Atatürk’ün kişisel becerisine inandığı ve güvendiği Celal Bayar getirilmiştir. Bankanın sermayesinin önemli bir kısmı Atatürk tarafından sağlanmıştı
ATATÜRK ÜN DIŞ POLİTİKASI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ NELERDİR?
Atatürk’ün dış siyasetinin belirginleştiği iki dünya savaşı arası dönem bir barış devresi olmaktan çok İkinci Dünya Savaşının tohumlarının ekildiği ve milletlerin bu geliyorum diyen savaş için cepheleştiği bir dönem oldu. 1925-1929 arasındaki nisbi yumuşama dönemini takiben 1929-1930 Dünya Ekonomik Krizinden (özellikle zamanın devlerini altüst eden) sonra uluslar arası gerginlik hızla arttı. 1919 düzenini korumak isteyenlerle bu yapıyı değiştirmek isteyenler arasında giderek kutuplaşma meydana geldi ve bu gerginlik İkinci Dünya Harbinin patlamasına sebep oldu.
Bu dönemde ülkeler arası Barış Antlaşmaları hep galiplerin dayatması ile olurken, karşılıklı müzakerelere dayanan tek Barış Antlaşması LOZAN’ dı. Ve bu Antlaşma Mustafa Kemal’in eseriydi. Türk Kurtuluş Savaşı askeri alandaki başarımızın simgesi olurken bu başarıyı dış politika alanındaki Lozan başarımız takip etti.
Kurtuluş Savaşından sonra Avrupa başta olmak üzere dünyanın her tarafı kısa sürede bunalımlar içine girerken Gazi Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki Türkiye, başarılı bir dış politika uygulaması ile her iki blokta yer alan devletlerle dostluğunu korumasını başarmıştır. İki tarafta Türkiye’yi kendi ittifaklarına dahil etmek için büyük çabalar harcamışlardır. İki tarafa da eşit mesafede kalmasını başaran Türkiye; kendi çıkarlarına, uluslararası barışa ve uluslararası hukuka uygun politikasını dikkatle korumasını bilmiştir.
Atatürk’ün sağlam kişiliğinin ve kararlı mizacının damgasını vurduğu dış politika uygulamaları günümüz için örnek alınacak pek çok temel niteliğe sahiptir. Bu nitelikleri ana başlıkları ile özetledikten sonra her birini misallerle detaylı olarak açıklamaya çalışacağım. Bu nitelikler şunlardır.
- Atatürk’ün Dış Politikası; hayâlci değil tamamen GERÇEKÇİ idi. Yani imkan kabiliyetimizle ölçülü yapabileceğimiz hedeflere dayanıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikası; daima DİYALOGA AÇIKTI. O,başarılı bir diplomasinin temel özelliği olarak şahsi temasların yararına inanıyordu. Bu şahsi temasların ülkeler arasındaki dostluğu perçinleyeceği düşüncesi ile hareket ediyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; GÜVENİLİRLİK UNSURU hakimdi. Söyledikleri ve yaptıkları birbirine uymalıydı. Ancak bu şekilde devletin güvenilirliği dış dünyaya kabul ettirilebilirdi.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Dünü,Bugünü ve Yarını kavrayış birbiri ile uyumlu olmalıydı. Tarih bilgisinin diplomasideki yerini çok iyi bilen Atatürk bu alanda çok okuyor, gerekli dersleri çıkarıyor, dünü bildiği için bugünü iyi kavrıyor ve böylece yarın olabilecekleri de önceden doğru tahmin edebiliyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Olayların ele alınışında ve çözümlemede Strateji ve taktik alanda hata yapılmamalıydı. Karşılaştığı bütün dış politika sorunlarının stratejik açıdan tahlilini müteakip, problemleri çözümde olayların hepsine birden el atmayıp bunları yapılabilirlik durumuna göre öncelik sırasına koyarak taktik başarılardan sıra ile stratejik sonuçlara ulaşıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Çok aktif, fakat her türlü maceracılıktan uzak bir uygulama olmalıydı. Daima aktif olarak inisiyatifi elde bulundurmuş, fakat gerçekçilik niteliğine sıkı sıkıya bağlı kalarak maceracılığa sürüklenmemiştir.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Temel esaslardan biri de her şeyden önce kendi gücüne güvenmektir. Uluslararası alanda kendi gücüne dayanmayan ve bunu kanıtlayamayan ülkelerin yaşama hakkına sahip olamayacaklarını görmüş ve bu prensibe sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Bununla beraber devletin çıkarları gerektirdiğinde bir ittifaka dahil olarak ülkenin kendi sahip olduğu gücünü arttırabileceğine de inanıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Milliyetçilik ve İnsaniyetçilik daima ön planda tutulmuştur. Atatürk gerçek bir Türk Milliyetçisi olmasının yanı sıra insaniyetçi değerlere de büyük önem vermiştir. O,Dünya toplumlarını tek bir aile ve bütün milletleri birbirleriyle akraba gibi görmüştür. Her hangi bir ülkenin sorunlarını, bütün insanlığın sorunu gibi değerlendirmesi gerektiği inancı ile hareket etmiştir.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Batılılaşma çabaları önemli yer tutarken Sömürge devletlerin problemleriyle yakından ilgilenilmeliydi. O,Avrupa’da toprağı olan tek Ortadoğulu Müslüman ülke olma gerçeğine uyarak hem Avrupalı bir kişilik taşıyan ve hem de büyük bir kısmı sömürge durumundaki Doğu dünyasının problemlerine karşı ilgili olduğunu vurgulayan bir politika izlemiştir.
Atatürk, Anadolu Halkının Kurtuluş Savaşındaki mücadelesinin bütün mazlum milletlere örnek olacağını görmüş ve bu düşüncesini; “BUGÜN, GÜNÜN AĞARDIĞINI NASIL GÖRÜYORSAM, UZAKTAN, BÜTÜN ŞARK MİLLETLERİNİN UYANIŞINI DA ÖYLE GÖRÜYORUM” şeklinde ifade etmiştir . Bu şekilde kendi zamanında sayıları çok fazla olan sömürge dünyasının yakın bir gelecekte bağımsızlıklarını kazanacağını önceden haber vermiştir.
Ortaokul çağından itibaren askeri eğitim alan ve ömrünü muharebe meydanlarında geçiren Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün üniformayı sırtından çıkardıktan sonraki en büyük çabası Barış için çalışmak olmuştur. Dünya insanlığının bir daha harp görmesini önlemek için sürdürülen barış çabalarına destek vermiş ve bu yolda ve örnek tutum ve davranışlar sergilemiştir. Atatürk’ün bu çalışmalarını fikir ve düşüncelerinde kolayca bulmak mümkündür.
“BİZİM KANAATİMİZCE BEYNELMİLEL SİYASİ GÜVENLİĞİN GELİŞMESİ İÇİN İLK VE EN MÜHİM ŞART MİLLETLERİN HİÇ OLMAZSA BARIŞI KORUMA FİKRİNDE SAMİMİ OLARAK BİRLEŞMESİDİR.”
Atatürk, 1932 yılındaki bu fikirlerini bilahare geliştirerek bizlere Türk Dış Politikası için çok önemli bir hedef olarak “YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ” ilkesini göstermiştir. Bu önemli ilkeyi de şöyle ifade etmiştir.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN EN ESASLI PRENSİPLERİNDEN BİRİ OLAN YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ GAYESİ, İNSANİYETİN VE MEDENİYETİN REFAH VE İLERLEMESİNDE EN ÖNEMLİ ETKENDİR. BUNA ELİMİZDEN GELDİĞİ KADAR HİZMET ETMİŞ VE ETMEKTE BULUNMUŞ OLMAK TÜRK MİLLETİ İÇİN ÖVÜNÜLECEK BİR HAREKETTİR. (1933)”
Bütün dünya için barışı isteyen ve bu alandaki faaliyetlere destek veren Atatürk’ün bugünkü Birleşmiş Milletlerin bir önceki versiyonu olan Milletler Cemiyeti’nin geleceğine ilişkin düşünceleri incelendiğinde günümüz uygulamalarının çok ötesinde bir Birleşmiş Milletler anlayışı içinde bulunduğu görülür.
Dış politikamızı BARIŞ kavramı üzerine inşa eden Atatürk’ün bu konudaki düşünceleri açık ve sarihtir
ATATÜRK DÖNEMİNDE TARIM VE SAĞLIK ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER
Osmanlı Devleti zamanında halkın yüzde 80’i tarımla uğraşıyordu ve milli gelirin önemli bir kısmı tarımdan elde ediliyordu. Batılı ülkeler modern usullerle tarım yaparken, ülkemizde ilkel yöntemlerle toprak işleniyordu. Cumhuriyet idaresinin üzerinde önemle durduğu bir konu da tarımın geliştirilmesi olmuştur.
Atatürk, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüsüdür. O hâlde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete müstahak ve lâyık olan köylüdür.” diyerek yüzlerce yıl ezilen köylünün gerçek değerini ifade etmiştir.
Tarımı düzenlemek için her şeyden önce köylünün durumunu iyileştirmek gerekiyordu. Hükümet bu düşünceye dayanarak köycülük siyasetinin esaslarını şöyle belirledi:
-Toprağı olmayan köylülere toprak verilmesi
-Köylüden ağır vergilerin kaldırılarak maddi açıdan güçlenmesinin sağlanması
-Köylünün üretim imkanlarının arttırılması
-Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltecek tedbirlerin alınması
Tarım kesiminde çiftçinin durumunu güçleştiren etkenlerden biri de vergi yükünün ağır olmasıydı. Aşar vergisi, Osmanlı döneminde çiftçinin devlete ödediği bir vergiydi. Çiftçi kesimi ürününün onda birini devlete vermek zorunda olduğu bu vergiyi ödemede büyük güçlük çekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Aşar vergisi, genel bütçe gelirinin yüzde yirmi beşini oluşturuyordu. Cumhuriyet Hükümeti cesur bir kararla 17 Şubat 1925’te Aşar vergisini kaldırdı. Böylece tarımsal gelişme için iyi bir ortam hazırlanmış oldu.
Tarımsal üretimi artırmak için yeni ve gerçekçi önlemler alındı. Bu önlemler doğrultusunda köylü ve üreticiye tohum, fidan, damızlık hayvan ve borç para verildi. Köylünün her açıdan ihtiyacının giderilmesinin amaçlandığı 1929’da Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Örnek çiftlikler, fidanlıklar ve haralar oluşturuldu. Ülkemizin iklimine uygun yeni ürünler yetiştirildi. Traktör kullanımını yaygınlaştırmak için Hükümet, mali ve yasal düzenlemeler yaptı. Ziraat Bankası’nın verdiği kredi koşulları kolaylaştırıldı. Pulluk kullanımı yaygın hale getirildi.
Yurdumuzun her bir yöresinde şeker pancarı, Karadeniz Bölgesi’nde çay, Güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş bir tarım ülkesi haline gelebilmesi için orta dereceli ziraat okulları açıldı. Ziraat uzmanlarının sayısını artırmak için Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. 1933 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
2 Haziran 1929’da topraksız çiftçiye toprak dağıtılması hakkında bir kanun kabul edildi. Ancak bu kanun, kişilere ait toprakların ve hazine topraklarının tam olarak belirlenememiş olması nedeniyle uygulamaya konulamadı.
Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilebilmesi içinde önemli tedbirler alındı. Hayvancılığın geliştirilmesi için çiftliklerin kurulmasına başlandı.
Gazi Orman Çiftliği’nin kurulmasında Atatürk bizzat işin başında yer aldı. Silifke Tarsus ve Dörtyol’da da çiftlikler kuruldu. Bu çiftliklerin modern tarımın yerleşmesine büyük katkıları olmuştur.
23 Nisan 1920’de yeni Türk Devleti kurulunca, sağlık hizmetleri devlet hizmeti olarak ele alındı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. Böylece sağlık ve sosyal yardım işleri devlet bünyesinde toplanmış oldu.
1923 yılında sağlık hizmetleri ülke genelinde yaygınlaştırılırken, ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verildi. 1924’te alınan bir kararla Ankara, İstanbul, Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da örnek hastaneler yaptırıldı. Bu hastanelere bulunduğu ilin adı ile birlikte Numune Hastanesi adları verildi. 1930 yılında çıkarılan Umumî Hıfzısıhha Kanunu’nda koruyucu sağlık hizmetleri yönünde önemli düzenlemeler yapıldı. Ülkenin her yerinde yeni hastaneler ve dispanserler açıldı.
1933’te açılan İstanbul Üniversitesi bünyesindeki tıp fakültesinin eğitim programlarının geliştirilmesine önem verildi. Kolera, veba, tifo, çiçek, kızamık, menenjit, verem ve sıtma gibi birçok bulaşıcı hastalıklara karşı sistemli bir mücadele başlatılarak bu hastalıkların sağlık kuruluşlarına bildirilmeleri zorunluluğu getirildi. Bu hastalıkların tedavisinin parasız yapılabilmesi için kararlar ve tedbirler alındı. Ankara’da açılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nde üretilen aşılar bütün yurda dağıtıldı. Sınırlarda sağlık kontrolleri artırılarak bulaşıcı hastalıkların ülkeye girmemesi için tedbirler alındı.
Bataklıklar kurutuldu. Kızılay teşkilatı devletin desteği ve halkın bağışlarıyla güçlendirildi. Bu sayede Kızılay, daha çok kişiye yardım etme olanağını elde etti. Böylece sağlık hizmetlerini üstlenen devlet, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sağlık alanında birçok başarı elde etti.
ATIKLARIN DÖNÜŞÜMÜ
Yeniden değerlendirilme imkanı olan atıkların çeşitli fiziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dahil edilmesine geri dönüşüm denir. Diğer bir tanımlamayla herhangi bir şekilde kullanılarak kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin çeşitli geri dönüşüm yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılması olarak tanımlanabilir.
Tabii kaynakların sonsuz olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı takdirde bir gün bu doğal kaynakların tükeneceği aıldan çıkarılmamalıdır.
Bu durumu farkına varan ülke ve üreticiler kaynak israfını önlemek ve ortaya çıkabilecek enerji krizleri ile başdebilmek için atıkların geri dönüştürülmesi ve tekrar kullanılması için çeşitli yöntemler aramış ve geliştirmişlerdir.
Kalkınma çabasında olan ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bulunan gelişmekte olan ülkelerin de tabii kaynaklarından uzun vadede ve maksimum bir şekilde faydalanabilmeleri için atık israfına son vermeleri, ekonomik değeri olan maddeleri geri dönüşüme ve tekrar kullanma yöntemlerini uygulamaları gerekmektedir.
Geri dönüşümde amac; kaynakların luzumsuz kullanılmasını önlemek ve atıkların kaynağında ayrıştırılması ile birlikte atık çöp miktarının azaltılması olarak düşünülmelidir. Demir, çelik, bakır, kurşun, kağıt, plastik, kauçuk, cam, elektronik atıklar gibi maddelerin geri dönüşüm ve tekrar kullanılması, tabii kaynakların tükenmesini önleyecektir. Bu durum; ülkelerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ithal edilen hurda malzemeye ödenen döviz miktarını da azaltacak, kullanılan enerjiden büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Örneğin kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %74-94, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azaltığı ve bir ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir.
Diğer yandan, yukarıda bahsedildiği gibi geri dönüşümün amaçlarından biride bertaraf edilecek katı atık miktarlarının azaltılması nedeni ile çevre kirliliğinin önemli ölçüde önlenmesi de sağlanacaktır. Özellikle katı atıkları düzenli bir şekilde bertaraf edebilmek için yeterli alan bulunmayan ülkeler için katı atık miktarının ve hacminin azalması büyük bir avantajdır.
Sağlıklı bir geri dönüşüm sisteminin ilk basamağı ise bu malzemelerin kaynağında ayırması sureti ile toplanılmasıdır.
Geri dönüştürülebilir nitelikteki bu atıklar normal çöple karıştığında bu malzemelerden üretilen ikincil malzemeler çok daha düşük nitelikte olmakta ve temizlik işlemlerinde sorunlar olabilmektedir. Bu yüzden geri dönüşüm işleminin en önemli basamağını kaynakta ayırma ve ayrı toplama oluşturmaktadır.
Geri dönüşüme olan ihtiyacın başlamasında savaşlar nedeniyle ortaya çıkan kaynak sıkıntıları etkili olmuştur. Büyük devletler, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülke çapında geri dönüşümle ilgili kampanyalar başlatmışlardır.
Vatandaşlar özellikle metal ve fiber maddeleri toplama konusunda teşvik edilmişlerdir. ABD'de geri dönüşüm işlemi yurtseverlik anlayışında çok önemli bir yer edinmiştir. Hatta, savaş sırasında oluşturulan kaynak koruma programları, doğal kaynakları kısıtlı bazı ülkelerde (Japonya gibi), savaş sonrası da devam ettirmiştir.
Geri Dönüşümün Önemi
1.Doğal kaynaklarımızın korunmasını sağlar.
2.Enerji tasarrufu sağlamamıza yardım eder.
3.Atık miktarını azaltarak çöp işlemlerinde kolaylık sağlar.
4.Geri dönüşüm geleceğe ve ekonomiye yatırım yapmamıza yardımcı olur.
Geri Dönüşebilen Maddeler
Demir • Çelik • Bakır • Aliminyum • Kurşun • Piller • Kağıt • Plastik • Kauçuk • Cam • Motor yağları • Atık yağlar • Akümülatörler • Araç lastikleri • Beton • Röntgen filmleri • Elektronik atıklar • Organik atıklar
Geri Dönüşümde Yasal Mevzuat
Ülkemizde geri dönüşüm; Çevre Kanunu ve bu kanuna istinaden çıkarılan yönetmeliklerle düzenlenmektedir.
Bu yönetmelkikler aşağıda sıralanmıştır:
Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolu Yönetmeliği (APAK)
Ambalaj Atıkları Kontrolü Yönetmeliği
Poliklorlu Bifenil ve Poliklorlu Terfenillerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik
Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Yönetmeliği
Atık Yönetimi Genel Esaslarına İlişkin Yönetmelik
Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği
AVRUPA KONSEYİ
Avrupa Konseyi fikri, ilk olarak İngiltere Başbakanı Winston Churchill tarafından dile getirilmiştir.
Kuruluş, savaştan büyük maddi ve manevi kayıpla çıkan Avrupa’da, halklar arasında uzlaşmayı sağlamak ve bir daha aynı trajedinin yaşanmasını engellemek amacıyla oluşturulmuştur. Bu şekilde, kıtada süregelen gerginlik ve çatışmanın yerine, ortak kurumlar, standartlar ve sözleşmelere dayalı, güven ve işbirliği ortamının kurulması hedeflenmiştir.
Konsey’in nihai gayesi tek bir Avrupa devletine ulaşmaktır.”
Avrupa ülkesi olmayanlar konseye üye olamazlar.
Türkiye Kurucu üye sayılmaktadır.
Türkiye, halihazırda, 203 AK sözleşmesinden, yaklaşık yarısına taraftır.
AK’ı kuran Londra Antlaşması’nı 5 Mayıs 1949’da 10 Avrupa ülkesi imzalamıştır. AK’ın belkemiğini oluşturan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ise 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanmıştır.
Organları: Konsey’in merkezi, Fransa’da Strasbourg şehrindedir. Resmi lisanı İngilizce ve Fransızcadır.
Örgütün Amacı:
Avrupa Konseyi (AK)’nin amaçları, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek; azınlıklar, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı, sosyal dışlanma, uyuşturucu madde ve çevre konularındaki sorunlara çözüm aramak; Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak olarak özetlenebilir.
Kuruluş Tarihi: 5 Mayıs 1949 Merkezi: STRAZBURG
AYASTEFANOS ANTLAŞMASI
Doksanüç Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan barış antlaşması.
Sultan İkinci Abdülhamid Hanın karşı olmasına rağmen Midhat Paşa, Damad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının sebeb olduğu Osmanlı-Rus Harbi, Türklerin umumi olarak yenilmesiyle neticelendi. Ruslar batıdan Yeşilköy'e, doğudan Erzurum’a kadar geldiler. Osmanlı Devleti mütareke istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti. 3 Mart 1878’de Osmanlı tarihinde benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve feci şartlar getiren Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
Yirmi dokuz Maddelik antlaşmaya göre batıda büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulacak; Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazminatı verecekti. Antlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237.298 km2 Toprak ve yaklaşık 8 milyon nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilave edilince devletin kaybı korkunçtu.
Ayastefanos Antlaşması ile Rusların bölgede tamamen hakim bir konuma gelmeleri Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri İngilizlerin Hindistan siyasetine ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakına set çekmiş olacaktı. İkinci Abdülhamid Hanın şahsi diplomasisi bu tepkileri çok iyi değerlendirdi. Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakmakla Berlin’de yeniden bir Antlaşma zemini elde etmeye muvaffak oldu. Ayastefanos’un feci şartlarını hafifleten bu antlaşma ile Türkiye’nin Balkanlardaki hayatı bir müddet uzadı
1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve Ayastefanos Antlaşması
Nedenleri:
Paris Konferansı’nda çıkarları zedelenen Rusya’nın Pan-Slavizm politikasına ağırlık vermesi
Rusya’nın Balkan uluslarını Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya kışkırtması
Osmanlı Devleti, 1876’da toplanan Berlin, İstanbul ve Londra konferanslarında alınan, kendi aleyhindeki kararları kabul etmedi. Bunun üzerine 1877’de Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.
Ruslar, Doğu’da Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum’u, Batı’da da Edirne’yi aldı.
Osmanlı Devleti bütün cephelerde yenilince, 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı.
UYARI: Ayastefanos Antlaşması, İngiltere ve Avusturya karşı çıktığı için uygulanmadı. İngiltere, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de; Avusturya da, Rusya’nın Balkanlar’da güçlenmesini istemediğinden, bu antlaşmaya karşı çıktı.
Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) :
Sırbistan, Karadağ ve Romanya’ya bağımsızlık verilecektir.
Büyük Bulgaristan Krallığı kurulacaktır.
Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Bayezıt Rusya’ya bırakılacaktır.
Bosna ve Hersek özerkleştirilecektir.
Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacaktır.
Teselya, Yunanistan’a bırakılacaktır.
Osmanlı Devleti, Rusya’ya savaş tazminatı ödeyecektir
AZERBEYCAN VE ERMENİSTAN ARASINDAKİ ANLAŞMAZLIK
Karabağ Savaşı (Şubat 1988 - Mayıs 1994), Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Dağlık Karabağ Özerk Oblastı'nın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlanmasını isteyen Ermeniler ile bunu kabul etmeyen Azeriler arasında başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında çatışmaya dönüşen bir savaş.
Savaş öncesinde ve etnik çatışmaların sıcak savaşa dönüşmesi sonrasında Sumqayıt Pogromu, Kirovabad Pogromu, Bakü Pogromu gibi pogromlar, Hocalı Katliamı ve Maragha Katliamı gibi katliamlar yaşanmıştır.
Günümüzde Dağlık Karabağ ve çevresindeki 7 il Ermeni işgali altındadır ve bölgeyi Dağlık Karabağ Cumhuriyeti adında fiilen bağımsız tanınmayan bir devlet yönetmektedir
AZERBAYCAN HALK CEPHESİ PARTİSİ
Azerbaycan'ın ana muhalefet partilerinden biridir. Parti 1992'de dönemin cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey tarafından kurulmuştur. 2000'de Elçibey'in olümünden sonra, parti iki siyasi hizipe bölünmüştür: Ali Kerimli başkanlığında reform kolu ve Mirmahmut Miralioğlu başkanlığında klasik kolu.
AZINLIKLARIN KURDUKLARI DERNEKLER VE ÖZELLİKLERİ
Mavri Mira , Etniki Eterya , Pontus Rum Cemiyeti, Hınçak Taşnak, Makabi-Alyans İsrailit Cemiyetleri ,Kardos Cemiyeti , Rum-Ermeni Birlik Komitesi
Azınlık Cemiyetlerinin Özellikleri
1-Wilson Prensiplerinden ilham aldılar
2-Mondros Mütarekesi, azınlıkların çalışmaları için uygun zemin oluşturdu
3-Azınlıklar Osmanlı ülkesini sömürmek isteyen işgalciler tarafından kullanıldılar
4-Kiliseleri ve yabancı okullarını üs edindiler
5-İşgal devletlerinden yardım gördüler
6-Çıkardıkları olaylar ile TBMM’yi meşgul ettiler
7-Dünya kamuoyunu Türkler aleyhine harekete geçirerek Türk halkının haklı mücadelesini engellemek
8-Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kendi devletlerini kurmak
Abbasiler döneminde Türk-Arap ilişkileri kısaca şu şekilde özetlenebilir:
1. Abbasiler ve Türkler arasındaki ilişkiler Talas Savaşı ile başlamıştır.
2. Hoşgörülü bir yönetim anlayışı benimseyen Abbasiler Türklere askeri, idari görevler vermişlerdir.
3. Türkler Bizans sınırına kurulan Avasım eyaletlerine yerleştirilmişlerdir.
4. Abbasi halifesi Mutasım , Bağdat yakınlarında kurduğu Samara Şehrine Türkistan'dan getirdiği Türkleri yerleştirmiştir.
5. Gazneliler ve Selçuklular, Şii Büveyoğullarını yenerek Abbasi halifelerini himayeleri altına almışlardır.
Abbasilerin Türklerle iyi geçinmesindeki ve Türklerin Araplara karışmasını önlemelerindeki asıl amaç; Türklerin askeri yeteneklerinden faydalanmaktır.
AB EĞİTİM PROJELERİ
En ünlüleri; AB Socrates Eğitim Programı, Gençlik Programı, Avrupa için Akıllı Enerji Programı, Girişim ve Girişimcilik Programı, Ayrımcılıkla Mücadele Programı, Erasmus Eğitim Programı, E-Güvenlik Programı, Leonardo Eğitim Programı, İstihdamın Teşvik Edilmesi Programı ve Dijital Ürünler ve Dil Çeşitliliği Programı'dır.
Programlara katılım ön şartı, aday ya da üye ülkelerin, bütçeye, katkı payı ödemeleridir. Aynı zamanda, mevcut programlar için sistemin önceden kurulması da gerekir.
Türkiye, AB Programlarına 2002 tarihinde, Helsinki Zirvesi ile başlamıştır. Türkiye, AB Programlarının çoğunu uygulayan bir ülkedir.
Türkiye'de Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, AB Gençlik ve Eğitim Programlarından sorumlu kurumdur.
AHLAT
Yabani armut. Meyveleri armuta benzer ama çok daha küçük (erik kadar) ve sert olur. Çok geç olgunlaşır (Ekim sonu-Kasım ayları). Olgunlaştığında bile eti sert ve kumludur.
Van Gölü'nün kuzeybatı kıyısında sahil kenarında kurulu, 35.000 nüfuslu, Bitlis iline bağlı bir ilçe.
Kuzeyinde Muş ive ilçeleri , güneyinde Van Gölü bbulunur.
Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya "Halads" derken, Türkler ve İranlılar "Ahlat" demiştir.
AHMET I. (1590 -1617)
Osmanlı padişahlarının on dördüncüsüdür. III. Mehmetin oğludur.
I. Ahmet (1603-1617), Kardeş öldürme geleneğine son vererek padişahlığın Osmanlı soyundan büyük ve aklı başında olanına geçmesi (ekber ve erşed) usulünü getirdi. Bundan sonra şehzadeler, sancaklara gönderilmeyip sarayda kafes hayatı yaşadılar. Bu durum şehzadelerin devlet yönetiminde bilgi ve deneyim kazanmalarını engelledi. Sarayda öldürülme kaygısı içinde yaşadıklarından, birçoğunun ruh sağlığı bozuldu. I. Ahmet tahta çıktığı sırada, doğuda İran, batıda Avusturya ile savaşlar devam ediyordu. İçte ise Celalî isyanlarının yaşandığı hareketli bir dönem oldu.
AHMET HAŞİM
Bireyci öz şiirin ustalarındandır. Ona göre şiirin dili, anlaşılmak için değil, duyulmak içindir. Kapalı şiirler yazdı.
Eserleri: Şiir:Göl Saatleri, Piyale, Düzyazı: Bize göre, Frankfurt Seyahatnamesi, Gurabahane-i Laklakan.
AHMET MUHİP DIRANAS
Sinop'ta doğdu........Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talebesi.
C.H.P Genel Merkez'inde, Halkevleri kültür ve sanat yayınlarını yönetti
Çocuk Esirgeme Kurumu Yayın Müdürü, Kurum Başkanı olarak görev aldı.
Muhip Atalay adıyla ilk şiiri yayımlanmıştır.
Adı "Fahriye Abla" şiiriyle özdeşlemiştir.
Şiirlerinde konu olarak Anadolu'yu ,memleket manzarlarını, doğa ve tarih sevgisini işlemiş.
Şiirde biçim ,ahenge ve sese önem vermiştir.
Ölçü ve uyağa sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.
Fransız sembolist şiirinin öncülerinden Baudelaire ve Verlaine'in etkisi altında kalmıştır.
Eserleri :
Gölgeler, O Böyle İstemezdi, Kırık Saz , Fahriye Abla , Serenad
AHMET YESEVÎ
Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.
Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.
Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır
Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.
Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir
AKİL VE NAKİL
Akıl, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüklerindendir. Çünkü insan birçok şeyi akılla anlayıp farkına varıyor ve mana veriyor. Doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini akılla tartarak birbirinden ayırt edebiliyor. Hatta buna binaen Allah, aklı olanı sorumlu tutuyor. Aklı olmayan çocukları ve delileri sorumlu tutmuyor. Ayet sonlarında ‘düşünmez misiniz?’ gibi ifadelerle akla havaleler yapıyor. Fakat akıl tek başına yeterli olmayıp vahiyle birlikte olursa yani, akıl vahye tabi olursa insan doğru yolu bulabiliyor. Sadece aklı esas tutup vahyi dinlemediği zaman doğru yoldan uzaklaşıyor. Bu noktada İmam-ı Gazali hazretleri, “göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur.” diyerek vahiy nuru olmadan aklın hakîkatları göremeyeceğini ifade etmiştir.
İslam âleminde bazı kimseler, vahyi dinlemeyen batı felsefesinin etkisiyle aklı yeterli görüp her şeyi akıl ölçüsüne göre tartmaya çalışıyorlar. Aklı Kur’an ve sünnet ölçüsüne göre çalıştırmak yerine “İslam akıl dinidir” diyerek Kur’anı ve sünneti akıl mihengine vuruyorlar. O zaman herkesin anlayışı ve akıl ölçüsü farklı olduğu için herkese göre farklı bir din anlayışı ortaya çıkmaz mı? Evet, İslam akıl dinidir. Fakat akla ölçü nedir? Akla ölçü vahiydir. Kur’an ve sünnet ölçüsüdür. İslam, akıl, hikmet ve mantık üzerine tesis edilmiş ve selim olan akla uygundur. Bir ayette selim akla şöyle işaret edilmiştir. “Ancak selim akılların sahipleridir ki, iyice düşünür (ve anlar.)” (Ra’d Suresi, 19)
Bir hadiste ise şöyle işaret edilmiştir. “Akl(-ı selim) ile rızıklandınlan kimse, kurtuluşa ermiştir.” (Feyzü'l-Kadir)
Bediüzzaman hazretleri bu konuda şöyle diyor:“ Takarrur etmiş(kararlaşmış) usuldendir: akıl ve nakil tearuz ettikleri(birbirine zıt oldukları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. (Muhakemat)”, “Ayetlerin sonunda zikredilen ‘Hiç düşünmüyorlar mı?’,‘ Düşünmezler mi?’,‘ Düşünmez misiniz?’ cümleleriyle İslamiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses(tesis edilmiş) olduğuna işaret etmiştir ki, İslamiyeti herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslamiyetin şanındandır. (İşarat-ül-icaz)”
Eğer sadece akıl yeterli olsa idi, her şeyi hikmetle yapan Cenab-ı Hakk kitap ve peygamber göndermezdi. Demek, her şeyi en iyi bilen ve hikmetle yapan Cenab-ı Hakk, tek başıyla akıl yeterli olmadığı için akla ölçü olarak kitap ve peygamber göndermiştir.
İslamın akılla birlikte nakil denilen Kur’an ve sünnet ölçüsüyle anlaşılması gerektiğine latif bir misal hazreti Ali (r.a) efendimizin şu sözüdür. “İslam sadece akıl dini olsa idi bizler mestin üstünü değil altını mes ederdik.”
Zaman zaman dinde aklın almadığı şeyler olduğunu söyleyenler çıkmaktadır. Her şeyden önce bu sözü "aklın almadığı" değil, "aklın anlayamadığı şeyler" olarak düzeltmek gerekir. Buradaki ölçü aklın anlayamadığı şeyleri hemen reddetmek değildir. Cenabı Hakk’ın bize bildirdiklerini anlamaya çalışmak; anlayamadıklarımızı bilenlerden ve anlayanlardan sormak ve öğrenmektir. Hem akıl her şeyi anlayacak bir kabiliyette değildir. Çünkü insan yaratılışı gereği belli sınırları vardır. Sınırsız ve mutlak bir varlık değildir. Nasıl ki, insanın kulağı belli frekanstaki sesleri işitebiliyor; diğer sesleri işitemiyor ve belli şeyleri görebiliyor; diğerlerini göremiyor ise aklı da belli şeyleri anlayabilir. Mesela 50 tonluk bir kantara 60 tonluk bir tır çıksa o kantar çekmez. Bunun gibi insanın aklı da her şeyi kavrayamaz. Buna bir işaret olarak meşhur Ziya Paşa şöyle demiş: “ İdrak-i meali bu akla gerekmez. Zira bu kadar sıkleti bu terazi çekmez.” Zaten Cenabı Hak, insana aklının anlayamayacağı şeyleri yükleyip mükellef tutmuyor.
AKTİF ÖĞRENME
Eğitim sistemleri, öğrencinin aktif katılımına ve kendi deneyimleri aracılığıyla öğrenmesine çok önem vermektedir. Çağdaş eğitim akımlarının hepsi, öğrencinin okulda ve derste daha aktif olması ve öğrenme sürecine doğrudan katılmasını öngörmektedir. Artık sadece öğretmen tarafından etkilenmeyi bekleyen öğrenci değil, kendisi araştırıp bularak, devamlı soru sorarak, tartışmalara katılıp kendisi faaliyet göstererek öğrenen öğrenci tercih edilmektedir.
Aktif öğretim, öğretme-öğrenme sürecinin çeşitli yönleriyle ilgili karar alma fırsatlarının verildiği, öğrencinin öğrenme sırasında zihinsel yeteneklerini kullanmaya zorlandığı bir süreçtir. Aktif öğretimde öğrenci aktiftir ve yüksek düşünme ve karar verme becerilerini kullanır. Öğrenciler, süreç boyunca sürekli iş birliği ve koordinasyon hâlindedirler. Öğretmen, bu süreçte öğrenmeyi kolaylaştıran ve öğrenci ile beraber öğrenen konumundadır. Aktif öğretimde amaç, öğreneni pasif izleyici ve gözlemci konumundan çıkartıp öğrenme olayının içine çekmektir. Aktif öğretimde öğrencinin fiziksel anlamda derse katılımı şarttır. Aktif öğretim, öğrencileri düşünmeye, öğrendiği bilgiler üstünde yorum yapmaya teşvik eden bir yoldur. Böylece öğrenci, düşünce ve fikirlerini rahatlıkla ifade edebileceği, uygulayacağı zeminler bulacak ve öğrenme, kalıcı olacaktır
Gerçekte aktif öğrenme bir öğretim modelidir.
• Aktif katılım,
• Etkinlik üzerine odaklanma
• Bir strateji ve taktikler grubunu içeren bir modeldir.
• Öğretmenin rolünde değişim
• Özgür ortam
AKRABA EVLİLİĞİNİN SAKINCALARI
a. Akrabalar arası kırgınlığa yol açma: Işık tepe köyü muhtarının belirttiği sakıncalardan birisi şu: Evde bir anlaşmazlık olduğunda (dövülme, kötü söz) kız hemen annesine uğrayıp durumu bildirmekte, o zaman da onlarla kırgınlık doğmaktadır. Işık tepe köyünde gençler artık akrabalarla evlenmek istemiyor. Çünkü ayrılmak söz konusu olunca akrabalarla da kırılma, küsme oluyor diyorlar. Bu nedenle kızdan memnun olmadığı halde sırf akraba olduğu için evliliği sürdüren, boşayamayan aileler vardır. Işık tepe’den bir genç; “Akraba kızı nazlı olur. Bir iki tokat atınca hemen babası evine kaçar” diyordu.
b. Çocukların sakat doğuşu: Yakın akraba evliliklerinden doğan çocuklar genellikle biyolojik olarak sakat doğmaktadır. Hatta Antalya ve Konya’da yapılan çalışmalarda akraba evlilikleri ile bebek ölümleri arasındaki ilişkinin anlamlı olduğu saptanmıştır.
ALASKA
Alaska, ABD'nin yüzölçümü en büyük, nüfus yoğunluğu en az olan eyâletidir. Rusya İmparatorluğu'ndan 30 Mart 1867'de 7,2 milyon dolar karşılığında satın alınarak ABD'ye katılmıştır. Oldukça soğuk bir iklime sahiptir.
ALKOLLÜ ARAÇ KULLANIMI
Kaza riskleri nedeniyle trafik polisi için, sürücülerin alkol kontrolünün özel bir önemi vardır. Sürücü, alkolmetre ile yapılan test sonucunda alkollü çıkarsa; 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 48/5 maddesi gereğince para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (6) ay süreyle Trafik Polisince geri alınır.
Aynı sürücü aynı suçu işlerse; yine Kanunun ilgili maddesi gereğince para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (2) yıl süreyle Trafik Polisince geri alınır.Aynı sürücü üçüncü kez alkollü olarak araç kullanırken tespit edilirse, kanunun ilgili maddesinde belirtildiği şekilde para cezası ile cezalandırılır, aracı trafikten men edilir ve sürücü belgesi (5) yıl süreyle Trafik Polisince geri alınır. Ayrıca (6) aydan az olmamak üzere hafif hapis cezası uygulanılır. (5) yıl süreyle geri alınan sürücü belgesi sahipleri, 5. yılın sonunda, psiko-teknik değerlendirme ve psikiyatri muayenesi sonrasında durumu uygun olanlara belgeleri iade edilir
ALTIN PALMİYE ÖDÜLLERİ
Fransa’nın Cannes şehrinde, Uluslararası Cannes Film Festivali'nde verilmektedir., Festivalin en büyük ödülüdür.
1982 de YOL filmiyle Yılmaz Güney ve Şerif Gönen ödüle layık görülmüştür.
2014 te KIŞ UYKUSU filmiyle Nuri Bilge Ceylan ödüle layık görülmüştür.
ALTIN KOZA
Adana Altın Koza Film Festivali, Adana'da genellikle Haziran ayında düzenlenmesine karşın son yıllarda Eylül ayında düzenlenen bir film festivalidir. En son 2013 yılında 20. kez düzenlenmiştir.
Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Öğrenci Filmleri Yarışması, Dünya Sineması Örnekleri, Özel Bölümler, Kısa Film Bölümleri yer almaktadır.
Çukurova'nın geleneksel ürünü pamuğu simgeleyen "Altın Koza Film Festivali", ilk kez 1969 yılında, "Film Şenliği" adıyla düzenlendi.
AMASYA GÖRÜŞMELERİ (20-22 EKİM 1919)
İstanbul'da yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinin uzlaşmacı politika benimsemiştir.Bu amaçla Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Sivas Temsil Heyeti başkanı Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Amasya'ya gönderdi. Temsil heyeti ile 3 gün süren görüşmeler sonunda Salih Paşa, ileri sürülen konuları şahsen kabul etmiş, İstanbul Hükümeti’ne de kabul ettirmeye çalışacağını belirtmiştir.
Bu görüşme sonrasında kabul edilen kararlar şunlardır:
• İstanbul Hükümeti Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni yasal bir kuruluş olarak tanıyacaktır.
• Azınlıklara siyasi ve ekonomik ayrıcalıklar verilmeyecektir.
• Meclis-i Mebusan'ın bir an önce toplanması sağlanacaktır.
• Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin işgaline izin verilmeyecektir.
• İtilaf Devletleri ile yapılacak barış görüşmelerinde Temsil Heyeti'nin uygun göreceği kişilerin bulunması sağlanacaktır.
Amasya Görüşmeleri'nin Önemi
• İstanbul Hükümeti temsilcisi Erzurum ve Sivas kongresi kararlarını kabul etmekle Anadolu'da ki ulusal mücadeleyi hukuksal olarak tanımış oluyordu.
• Anadolu'nun haklılığı ulusal mücadeleye katılımı artırırken itilaf Devletleri de Türk ulusunu diledikleri gibi yönlendiremeyeceklerini anlamaya başladılar.
NOT : İstanbul Hükümeti Amasya Görüşmeleri'nde alınan Meclis-i Mebusan 'ın açılması kararı dışında hiç bir karara uymadı.
AMİRAL BRİSTOL RAPORU (11 EKİM 1919)
Yunanlıların İzmir’i işgalinden sonra başlattıkları katliamlar nedeniyle Avrupa kamuoyu Türklerden yana bir tutum içerisine girdi.
Osmanlı Devleti’nin isteği üzerine katliamları araştırmak üzere bölgeye bir heyet gönderildi.
Amerikalı Amiral Bristol başkanlığında İngiliz, Fransız ve İtalyan generallerden oluşan heyet bir rapor yayımladı.
Düzenlenen raporda Yunanistan’ın bu bölgedeki işgallerinin haksız olduğu bildirildi. Batı Anadolu’da Yunanlıların propaganda ettiği gibi Rum nüfusun fazla olmadığı ortaya çıkmıştır.
NOT: Bristol Raporu, Türk milli mücadelesinin haklı olduğunu kabul eden ve destekleyen ilk uluslar arası belgedir.
ANADOLU ÂŞIK EDEBİYATI
Halk edebiyatı içinde yer alan bir koldur
Halk diliyle ve hece vezniyle meydana getirilen, saz eşliğinde söylenen şiirlerden oluşan geleneksel edebiyatımızın adıdır. Âşık Edebiyatı'nın kökü Orta Asya'ya kadar dayanır. Bu akımı temsil eden âşıklar, ellerinde sazları ile diyar diyar dolaşarak sanatlarını icra ederler.
Âşık Edebiyatı Özellikleri:
1)Aşık veya ozan denilen kişilerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlerden oluşur.
2) Genelde sözlü olmasına rağmen şairler, sonraları şiirlerini "cönk" dedikleri defterlerde toplamışlardır.
3) Şiirlerde anlatım içten, canlı ve yalındır.
4) Şairler, halkın içinden çıktığından halk dilini kullanmışlardır.
5) Nazım birimi dörtlüktür.
6) Koşma, semai, destan, varsağı gibi nazım şekilleri kullanılmıştır.
7) Hece ölçüsünün 7'li, 8'li ve 11'li kalıplarına ağırlık verilmiştir.
8) Aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, ölüm, özlem, kıskançlık, yiğitlik, konu olarak işlenmiştir.
9) Göz kafiyesi anlayışı yerine, kulak kafiyesine ağırlık verilmiştir.
10) Şiirlerin son dörtlüğünde şairin adı veya mahlası geçer.
11) Genellikle yarım ve cinaslı kafiye kullanılmıştır.
12) Kalıplaşmış benzetmeler vardır. Buna göre sevgili anlatılırken yeşil başlı ördek, inci diş, elma yanak, badem göz, kiraz dudak, keman kaş, sırma saç, selvi boy gibi benzetmeler kullanılmıştır.
13) Aşık Edebiyatı, somut bir edebiyattır
14) Şiirler, işlenen konulara göre "koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt" gibi adlar alır.
ÂŞIK EDEBİYATI'NIN TEMSİLCİLERİ :
16. yüzyıl: Köroğlu, Kul Mehmet, Aşık Garip, Aşık Kerem
17.yüzyıl: Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Aşık Ömer, Kuloğlu, Ercişli Emrah
18.yüzyıl: Gevheri
19.yüzyıl: Dertli, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani, Ruhsati
20.yüzyıl: Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Reyhanî, Âşık Şeref Taşlıova.
NOT: 19. yüzyıl halk şairlerinden Dadaloğlu, Divan şiirinden etkilenmemiş, böylece aynı yüzyıldaki halk şairlerinden ayrı yol izlemiştir
ANAYASANIN 62 MADDESİ
C. Yabancı Ülkelerde Çalışan Türk Vatandaşları
Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken tedbirleri alır.
ANAYASANIN 67.MADDESİ
Seçme, Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları
Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halk oylamasına katılma hakkına sahiptir.
Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre yargı yönetim ve denetimi altında yapılır. Ancak, yurt dışında bulunan Türk vatandaşlarının oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla kanun, uygulanabilir tedbirleri belirler.
Onsekiz yaşını dolduran her Türk vatandaşı, seçme ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir
ANAYASALARIMIZ
Türk Tarihinde ilk anayasal alanda düzenlemeler Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile başlamış fakat bunlar anayasa olmayıp bu alanda gerçekleşen ön çalışmalardır. Anayasalar ise şunlardır:
KANUN-I ESASİ (1876)
► I.Meşrutiyetin ilanıyla II. Abdulhamit zamanında yürürlüğe girdi
► Türk Tarihinin ilk anayasasıdır.
► Yürütme yetkisi padişah ve Bakanlar Kuruluna (Heyet-i Vekiliye) aittir.
► Buna göre parlamento iki meclisten oluşur.
► a-Ayan Meclisi: Üyeleri padişah tarafından ölünceye kadar atanır.
► b-Mebusan Meclisi: Üyeleri 50 bin kişi tarafından belirlenir. 4 yıllık için seçilir.
► Meclisi açma kapama yetkisi padişaha aittir. Gerekli gördüğünde kapatabilir.
► Padişah devlet güvenliğini tehlikeye sokanları sürgüne gönderebilir.
► Bununla halk ilk kez yönetime katılmıştır.
► Kanun İngiltere ve Belçika dan etkilenilmiştir.
1921'DEN GÜNÜMÜZE ANAYASALARIMIZ:
1921 ANAYASASI ( TEŞKİLAT-I ESASİYE'Sİ)
Cumhuriyetin ilanından önce Kurtuluş Savaşı devam ederken kabul edilen bir anayasadır.
Ayrıntılı olmayan kısa bir anayasa olup hak ve özgürlüklere yer vermemiştir.
Yasama, yürütme ve yargı güçleri TBMM'de toplanmıştır. (Güçler birliği)
Milli egemenlik ilkesinin kabul edildiği ilk anayasadır.
Türk tarihinin en kısa süreli anayasasıdır.
TBMM Başkanı aynı zamanda Devlet Başkanı'dır.
İlk ve tek yumuşak (kolay değiştirilebilir) anayasadır.
Kuvvetler birliği ilkesini benimsemiştir.
Hükümet, seçtiği vekiller tarafından yönetilir.
Seçimler iki yılda bir yapılır.
Hangi ilin başkent olacağına karar verilmemiştir.
1924 ANAYASASI:
Cumhuriyet döneminin ilk anayasasıdır.
36 yıl yürürlükte kaldığı için en uzun süreli anayasamızdır.
1937 yılında Atatürk ilkeleri bu anayasaya girmiştir.
En uzun süreli anayasadır.
En çok değişiklik yapılan anayasadır.
Kişi hak ve özgürlükler tanınır.
Sosyal haklara yer verilmez
Devletin yönetim şekli cumhuriyettir.
Devletin dini İslam, başkenti Ankara ve dili Türkçe'dir.
Devletin başkenti, rejimi ve bayrağı değiştirilemez.
Yasama ve Yürütme yetkileri meclise aittir.
Yargı, bağımsız mahkemelerce yürütülür.
Seçimler dört yılda bir yapılır.
Not: Devletin dini İslam'dır maddesi 1928 yılında anayasadan çıkarıldı.
1961 ANAYASASI:
Temel insan hak ve özgürlüklerine en fazla yer veren anayasamızdır. Bu nedenle en özgürlükçü anayasamızdır.
Yasama, yürütme ve yargı organları (güçleri) birbirinden tamamen ayrılmıştır. Böylece "Güçler Ayrılığı" kesinleşmiştir.
Devletin "sosyal devlet" özelliği öne çıkartılmıştır.
1982 ANAYASASI:
Bugün kullandığımız anayasamızdır.
1961 Anayasası'nın getirmiş olduğu özgürlüklerde kısıtlamaya gitmiştir.
İnsanların demokrasi bilinci geliştikçe, toplumsal ihtiyaçlara göre günümüze kadar birçok değişiklikler yapılmıştır. 1982'de kısıtlanan hak ve özgürlüklerin kapsamı giderek genişletilmiştir.
ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEYECEK MADDELERİ
Madde 1-Devletin şekli
Madde 2-Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 3-Bölünmez bütünlüğü, dili, bayrağı, başkenti, millî marşı.
1.madde: Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
2.madde:Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
3.madde:Türkiye Devletinin;
Dili Türkçedir.
Bayrağı beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Marşı İstiklal marşıdır.
Başkenti Ankaradır.
ANAYASAMIZDA KİŞİ HAK VE HÜRRİYETLERİNİ KISITLANMASI
1- Sınırlama Ancak Kanunla Yapılabilir: Sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir. Ancak bazı hallerde idare düzenleyici işlemlerle bazı sınırlamalar getirebilir. Bu sınırlamalar da Anayasaya ve kanunlara uygun olmak zorundadır. Kanun hükmünde kararname ile de haklar sınırlandırılabilmektedir. AY.m.91' e göre; KHK. Çıkarabilmek için Bakanlar Kurulunun, TBMM' den yetki kanunu alması ve bu yetki kanununa göre, yetki kanununda belirtilen hususlarda ve sürede KHK. Çıkartması gerekir. Yetki kanunu, KHK. nin amacını, ilkelerini, süresini ve sayısını göstermek zorundadır. Ayrıca, KHK. İle Anayasada belirtilen temel hak ve özgürlükler ile siyasi hak ve ödevler düzenlenemez. Bu kısma ilişkin KHK. Çıkarılamaz. Burada Anayasa 121 ve 122. Maddeleri, olağanüstü rejimlerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun yetki kanunu olmadan olağanüstü hal ve sıkıyönetimin gerektirdiği konularda KHK. Çıkarabildikleri gibi, çıkan bu KHK.ler de Anayasa mahkemesi denetimine tabi değildir ve yine bu KHK.ler ile temel hak ve özgürlükler konusunda da düzenleme yapılabilmektedir. 2- Ölçülülük İlkesi: A.İ.H.S. nin 15. Maddesi harp ve ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlike halinde akit devletlere "durumun gerektirdiği ölçüde" sözleşmede kabul edilen yükümlülüklere aykırı önlem alma yetkisi vermektedir Buna göre, sınırlamada başvurulan aracın sınırlamayı gerçekleştirmeye elverişli olması, amaç için gerekli olması ve araç ile amaç arasında bir oran bulunması gerekir. Nitekim, AY.m.15 "...durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir..." demek suretiyle bu ilkeden dem vurmuştur. Burada kastedilen sınırlama aracının ,sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olması, amacın gerçekleşmesi için gerekli olması ve amaç ile araç arasında ölçüsüz bir oranın bulunmamasını ifade etmektedir. 3- Anayasanın Lafzına ve Ruhuna Uygun Olması: Anayasa, özellikle bazı haklar bakımından kendi içinde bazı güvenceler getirmiştir. Bunlar, kanun koyucuyu sınırlamaktadır. Kanun koyucunun, bu ek güvencelere rağmen ve bunlara aykırı olarak bir düzenleme yapması mümkün değildir.
ANKARA SAVAŞI
Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han'ın, Ankara'da yaptıkları savaş (1402).
Dünya tarihinin en büyük 5 meydan savaşından biri olarak kayıtlara geçmiştir.
Bu savaş 11 yıllık fetret devrine ve Osmanlı'nın ilerlemesinin yavaşlamasına yol açtı.
Bu yüzden tarihimizde kötü iz bırakmış savaşların başındadır...
Bir asır içinde Osmanlı devleti, Balkanlar’da ve Anadolu’da hakim güç haline gelmişti. Bu esnada Doğu’da, Maveraünnehir bölgesinde Timur Han tarafından kurulan Timur Devleti, kısa bir sürede Hindistan’dan İran ve Anadolu’ya kadar topraklarını genişletmişti. Timur’un amacı, doğuyu ve batıyı hükümranlığı altına almaktı. Bütün ömrü bu hedefi gerçekleştirmek için seferlerde geçti. Timur, bu amacını gerçekleştirmek için Anadolu üzerine sefere çıkınca Timur’un önünde duramayan Doğu Anadolu’daki Karakoyunlu Devleti’nin hükümdarı Kara Yusuf, Yıldırım’a sığındı.Timur, Yıldırım’ın Osmanlı’ya kattığı Erzincan, Sivas ve Malatya’yı yakıp yıktı, ardından da Memlûklara bağlı Suriye’yi işgal etti.Bir tarafta topraklarını Osmanlı’ya karşı kaybettikleri için Yıldırım’a karşı Timur’a sığınan Anadolu’daki Türk beyleri ile diğer tarafta devletini Timur’a karşı koruyamayıp Osmanlı’ya sığınan Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf da Yıldırım ile Timur arasındaki bu üstünlük mücadelesinde etkili oldu. Bu sebeple her iki hükümdar, birbirlerine çok ağır mektuplar yazdılar. Savaş artık kaçınılmazdı.Nihayet her iki ordu 1402 yılında Ankara yakınlarındaki Çubuk ovasında karşılaştılar. Osmanlı ordusu, bu savaşta o tarihe kadarki en ağır yenilgisini almakla kalmadı, aynı zamanda Yıldırım Bayezit de Timur’a esir düştü. Timur, Ege kıyılarına kadar ilerleyip Anadolu’yu hükümranlığı altına aldı ve kendisine sığınan Türk beylerine topraklarını iade etti. Yıldırım’ın Osmanlı’ya kattığı beylikler böylece yeniden kurulurken Anadolu’da yine çok başlılık hakim oldu. Yıldırım’ın hapiste ölmesiyle oğulları Süleyman, İsa, Mehmet ve Musa arasında 1402’den 1413’e kadar süren taht kavgaları başladı. Bu karışıklık ve kaos durumuna Osmanlı tarihinde “Fetret Dönemi” denilmiştir. Çünkü bir taraftan Anadolu’da eski Türk beyliklerinin tekrar kurulması, diğer taraftan Yıldırım Bayezit’in oğullarının birbirleriyle taht mücadelesine girişmeleri Osmanlı’yı yıkılmanın eşiğine getirmiştir. Timur’un Karadeniz’in kuzeyindeki Altınordu Devleti’ni de zayıflatması bu bölgedeki Türk hâkimiyetini olumsuz etkilemiştir. Altınordu Devleti’nin yıkılmasıyla Ruslar hakimiyetlerini, Hazar’ın ve Karadeniz’in kıyılarına doğru genişletmeye çalışmışlar, bunun için de bu bölgelerdeki Türk hanlıklarını saldırılarıyla taciz etmeye başlamışlardır. 1. MEHMET Nihayet Miladi 1413’te devletin başına geçmeyi başardı. Anadolu’da yıkılan devlet yapısını yeniden kurdu ve Anadolu’daki bazı beylikleri tekrar devlete kattı. Bu sebepten tarihçiler Ona devletin ikinci kurucusu manasında “Bâni-i Sâni” ünvanını verdiler. Fetret devrinde en büyük teselli, Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı bir isyan olmamasıydı.
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU HAYATI VE ŞİİRLERİ
Sivas’ın Şarkışla ilçesi ‘nde doğdu, yine Orada öldü.
Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti.
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan,Dadaloğlu gibi halk ozanlarından etkilendi.
Saz çalmayı öğrendi. Anadolu’yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi.
Köy Enstitüleri’nde saz ve halk türküleri dersleri verdi.
Şarkışla’da her yıl adına bir şenlik yapılır.
Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır.
Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur.
Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir.
Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var.
Şiirleri,
-Deyişler
-Sazımdan Sesler
-Dostlar Beni Hatırlasın isimi kitaplarında toplandı.
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
ATATÜRK'ÜN EĞİTİM İLE İLGİLİ SÖZLERİNE ÖRNEKLER
Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.
Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır.
Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz...
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.
Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.
En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.
Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı'nı almak isterdim.
Öğretmenlik ömür boyu sürecek bir öğrenciliktir.
Toplumun düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı öğretmendir
ATATÜRKÜN TÜRK DİLİNİN YABANCI HEGEMONYASINDAN KURTARILMASI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Halk mektepleri açılarak, halka kısa zamanda yeni harflerle okuma-yazma öğretilmeye, okur-yazar seviyesi yükseltilmeye çalışılmıştır. Türkçeyi yabancı dillerin sarmalından kurtarmak, bilimin gereğine göre geliştirmek ve Türkçenin yanlış kullanımını önlemek amacıyla 1931 yılında Türk Tarih Kurumu, 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştur
Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Türk dilinin gelişimi ile ilgili yaptığı çalışmaları ve bu çalışmaların sonuçları;
Dildeki sadeleşme hareketlerinin hiçbiri de planlı ve programlı bir devlet politikasına bağlanmış değildi. Yalnızca edebi görüş ve tutumların ürünü idi. Gerçi, planlı ve programlı “Yeni Lisan” hareketiyle Türkçe millileşme bakımından epey yol almış sayılabilirdi. Ancak devrin fikriyatını yapan Ziya Gökalp’in ve Ömer Seyfeddin’in ısrarla belirttikleri gibi, daha dilde Türkçe’nin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kalıplı kelimeler, yabancı ekler, yabancı kelime, ek ve edatlar ile kurulmuş isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfat ve zarfların sayısı hayli kabarık ve düzeltilmeye muhtaçtı. Genel dil dışında; bilim dili, kanun dili ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. O güne kadar dili bir dil bilimi yöntemi ile inceleyen eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil inkılabı, özü itibariyle, çağdaş değerler içinde bir kültür davası olarak ele alınmalıydı. Bunun gerçekleştirilmesi içinde bilimsel temelde çok yönlü ve kapsamlı bir programa bağlanması gerekiyordu. Bu bakımdan dil inkılabının dayandığı fikir temelini:
1-Yabancı etkiler altında benliğini kaybetmiş olan dilimizin millileştirilmesi, ona kendi yapı ve işleyişine uygun bir gelişme yolunun çizilmesi,
2-Bilimsel yollar ile incelenerek aslındaki güzelliğin ve tarihi zenginliğin ortaya konması,
3-Türkçe’mize, kelime türetme ve terim yapma imkanları bakımından işleklik kazandırılarak, uzun vadede zengin bir kültür dili durumuna getirilmesi, şeklinde üç ana ilkede özetleyebiliriz.
Atatürk, Türk dilini yönlendirmek üzere verdiği direktiflerde, sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek, dil ile millet ve dil ile kültür arasındaki bağı hep ön planda tutmuştur. Çünkü, dil ile toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan millet arasında çok sıkı bir manevi bağ vardı. Bir topluluğun millet niteliğini kazanabilmesi, her şeyden önce o millete has gelişmiş milli bir dilin varlığına bağlıydı. Dil bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplumsal akışı ile birlikte yol aldığından, o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Millet bütünlüğünün geleceği de yine dille güvence altına alınabilirdi. Bu gerçekler Atatürk tarafından şu veciz sözlerle dile getirilmiştir: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” ( 1930 )
Atatürk’ün düşünce sisteminde kültürün önemli bir yeri vardır. Çünkü Türk milletinin bağımsızlığını ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak olan değerler kültür değerleridir. O’nun bu görüşü de en veciz ifadesini, çeşitli vesilelerle dile getirdiği: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ve “Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” Sözlerinde bulmuştur.
Görülüyor ki, dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Kısacası, bir milletin kültürü onun dilinde yaşamaktadır. Bundan dolayı da dil, sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Dil ile sosyal yapı ve kültür arasındaki bu bağ Atatürk tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Yazı İnkılâbı
Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır. Atatürk konuşma ve demeçlerinin çoğunda bu hususları açıklıkla dile getiriyor ve diyor ki: “Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir (orantılıdır). Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya (koparılmaya) mahkûmdurlar.”
Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Dil İnkılâbı
Atatürk, tarihin dile, dilinde tarihe yön vereceği görüşünde idi. Medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil hazinesi ihmal edilemezdi. Çankaya köşkünde yapılan görüşmeler sırasında Atatürk, orada bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu ortaya atarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonraki adı ile Türk Dil Kurumu) kurulması kararını vermiştir. Böylece, 12 Temmuz 1932 tarihinde bu cemiyetin kurulması ile dil inkılabı resmi olarak başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirtilmiştir. Dil konusunun çeşitli katkılarla olgunlaştırılabilmesi ve dil davasının halka mal edilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir. 29 Eylül 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra Türk dili üzerindeki çalışmaları yönlendirecek mükemmel bir ana program hazırlanmıştı. Kurultayca seçilen yeni Yönetim Kurulu’nun 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde gerçekleştirilecek ilkeler şöyle sıralanmıştır:
1- Türk dilini milli kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası haline getirmek,; Türkçe’yi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek.
2-Yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış unsurları atmak; Halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan milli bir dil yaratmak.
Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Klavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Klavuzu adlı iki küçük klavuzda toplanmıştır.
Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, klavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükûmet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep klavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
Atatürk Dönemi Dil Çalışmaları
1876 Anayasası’nda resmî dil olarak kabul edilen Türkçe, Cumhuriyet’le birlikte devletin müdahale ettiği bir alan olmuştur. Cumhuriyet döneminin dil ve kültür politikaları, bir yandan Batılılaşmanın gereği olarak sunulan zihniyet değişiminin, diğer yandan ulusal birlik kaygılarının etkisi altında şekillendirilmiştir.
Dönemin dil tartışmalarına bizzat katılan ve dil reformunu başlatan Atatürk’ün görüş ve direktifleri belirleyici olmuştur. Amaç, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” cümlesiyle belirlenmiş, hedef de “milli bir kültür yaratma mücadelesi” olarak ifade edilmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında en önemli mesele harf ve imla meselesidir. Mevcut harfler ve imla ya ıslah edilecek ya da Latin alfabesi kabul edilecektir. Devlet her şeyden önce millî bir devletti ve dil işini ele alışı da millî bir politikaydı. Yüzünü Batı’ya çeviren Cumhuriyet’te “laiklik” devlet yönetimine egemen olmuş, dinî öğretim kaldırılmış, tekkeler kapatılmış, eski uygarlığın hatıralarından yalnız Arap harfleri kalmıştı. Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı, öğretiminin güçlüğü, basımının zahmeti gibi iddialar Latin harflerinin kabulü için öne sürülen sebeplerdi.
Türkçe’yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak için girişilen çalışmalar, 1930’lu yıllarda tarama ve derleme yoluyla, sadeleştirmeden tasfiyeye yönelmeye başlar. köylerden on binlerce sözcük toplanır. Bunların konuşma ve yazı dilinde kullanılması teşvik edilir.
1934–1936 yılları arasında tarama ve derleme çalışmalarıyla elde edilen malzemenin ayıklanması işine girişilir. Atatürk’ün isteğiyle Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem, Necmettin Sadak ve Reşat Nuri Güntekin’in de aralarında bulunduğu bir ekiple Dil Kurumu’ndan ayrı bir “Osmanlıca’dan Türkçe’ye Kılavuz Komisyonu” kurulur. Ancak 8000 kadar Arapça ve Farsça kökenli kelimeye karşılık tespit edilerek hazırlanan “Cep Kılavuzu” da Atatürk’ü tatmin etmez ve sonunda dil konusunda bir çıkmaza girildiği fark edilerek dil politikası değiştirilir.
1936–1937 yılları arasında dil felsefesi üzerinde durulur ve Türk Tarih Tezi’ne uygun olarak “Güneş Dil Teorisi” ortaya atılır. 24 Ağustos 1936 tarihinde kabul edilen teori Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği tezinin dilbilimsel temellere dayandırılabileceği düşüncesinden doğmuştur.
AVRUPA GENÇLİK FORUMU
Avrupa’daki gençlerin sesidir. Bu kurum hem gençlerin elde edecekleri faydaları artırmaya hem de onları topluma daha fazla katılmaları için teşvik etmeye çalışmaktadır.
Gençlik Forumlarında öğrenciler farklı bölgelerde bulunan illerde bir araya gelerek “Benim Haklarım, Benim Kimliğim” veya “Din, İnanç ve Vicdan Özgürlüğü” ana teması üzerinden Temel Haklar, AB’de Yerel ve Ulusal Kimlik, Kişisel Kimlik konuları üzerine bilgilendirme konferansları ve workshopların yanı sıra öğrencilerin birbirleri ile etkileşimde bulunabilmeleri için Beden perküsyonu eğitimi, gençlik konseri ve sosyal program gibi kültürel aktiviteler de gerçekleştireceklerdir
ATATÜRKÜN TBMM'yi ACİL OLARAK AÇMASI
İstanbulun isgali ile mebusan meclisi kapatiliyo bu da tbmm nin acilisini hizlandiriyo
İlk TBMM'nin Kuruluş Amacı :
1. Vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını sağlamak,
2. Yurdu düşmandan kurtarmak için milleti bir araya getirmek,
3. Millet adına karar verebilecek bir organ oluşturmak,
4. Ulusal irade ile birlikte hareket etmek.
ATATÜRK E YAPILAN SUİKAST GİRİŞİMİ
16 Haziran 1926 Çarşamba günü İzmir'e gitmek üzere seyahate hazırlanan Gazi Mustafa Kemal Paşaya suikast yapacakları ihbarı üzerine, suikastı fiilen yapmakla görevli olanlar, suç vasıtaları olan bomba ve silahlarıyla birlikte yakalanmışlardır.
Suikast şebekesi, aylardan beri birtakım özel tertibat ile her ne olursa olsun Gazi'ye karşı suikast yapmayı ve bu suretle de hükümeti devirmeyi kararlaştırmıştı. Suikastı hazırlayanlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına mensup bazı kimselerdi. En önemli rolü oynayanlar Terakkiperver Fırkadan İzmit Milletvekili Şükrü Bey ile eski İttihat ve Terakkici Kara Kemal'di. Suikast önce Ankara'da tasarlanmış, Erzincan Milletvekili Sabit Bey'le Faik Bey'in müdahaleleri ile önlenmiş, daha sonra Bursa'da düşünülmüş, bu da uygun görülmeyerek İzmir'de gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.
16 Haziran 1926'da İzmir'e gelmesi beklenen trenin gelmemesi sonucu Giritli Şevki durumu İzmir Valisine ihbar etmiş ve suikastçılar silahları ile birlikte yakalanmışlardır.
Suikast olayının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bir kısım mensupları ile ilgili bulunduğu ortaya çıkmış ve eski İttihat ve Terakkicilerin de bu olayın tahrik ve düzenleyicileri oldukları anlaşılmıştır. Amaçları, önce irticayı tahrik ve dini siyasete alet ederek Mustafa Kemal Paşa'yı iktidardan düşürmekti. Buna muvaffak olamayınca, İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri, Terakkiperver Fırkanın içindeki adamlarıyla suikast teşebbüsü hazırlıklarına girişmişlerdir.
Kurulan İstiklal Mahkemesi, suçları sabit olanları idama mahkum etmiştir. 14 Temmuz 1926'da başta Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Şükrü Bey, Ayıcı Arif, İsmail Canpolat olmak üzere 13 kişi idam edilmiştir.
ATATÜRK GÖREV YERLERİ
1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı.
1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu Manastır’a 3. Ordu’ya atandı.
19 Nisan 1909'da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı.
1910 yılında Fransa’ya gönderildi Picardie Manevraları’na katıldı.
1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı işgaliyle ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte
Tobruk ve Derne bölgesinde görev yaptı.
6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemâl Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı.
1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi.
Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemâl 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemâl, Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletleri’ne "Çanakkale geçilmez!" dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı’nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemâl'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemâl, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemâl, 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşları’nda yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu, onurunu İtilaf Devletleri’ne karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemâl'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemâl Çanakkale Savaşları'ndan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı.15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine Mustafa Kemâl, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracaktır" parolasını ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükûmet Başkanlığı’na Mustafa Kemâl seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
ATATÜRKÜN DEMOKRASİDEKİ TEMEL ÖNGÖRÜSÜ
Yönetim biçimi olarak millet egemenliğine dayalı, cumhuriyet rejimini öngörmek ve bunu bir yaşam biçimi olarak benimsemektir.”
Cumhuriyetçilik ilkesinin esasları:
Cumhuriyet; millet egemenliğine dayalı bir siyasi rejim yani demokrasidir
İrade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, millî hâkimiyet şekline dönüşmüştür ... Demokrasi esasına müstenit hükümetlerde hâkimiyet, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasî kuvvetin, hâkimiyetin kaynağına ve meşrutiyetine temas etmektedir.” Atatürk’e göre “bugün, demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır.” Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren “demokrasi fikri, mukavemet edilemez bir kuvvet ve cereyan” halini almıştır
ATATÜRK'ÜN ESERLERİ
Nutuk (1927)
Geometri (isimsiz yayımlandı) (1937)
Takımın Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1908)
Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911)
Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih
Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)
Cumalı Ordugâhı – Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909)
Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1912)
Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (Manevi kızı Afet İnan adıyla yayımlandı) (1930)
Atatürk’ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad’daki hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır.
ATATÜRK İLKELERİNE GÖRE SİYASİ GÜÇ
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde milli güç unsurları
Atatürkçü Düşünce Sistemi: Gücünü Türk milletinin tarihinden alan ve Türk milletini ileri medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı amaçlayan bir düşünce sistemidir.
Atatürkçü düşüncede milli güç unsurlarını siyasi, ekonomik, askeri ve sosyokültürel güç unsurları olarak sıralayabiliriz.
Siyasi Güç
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde siyasi güç, milli egemenliğe ve demokratik düşüncenin gelişmesine dayanır. Bu hedefin esası, devletin gücünü milletten alması, siyasetin millet iradesine göre çizilmesidir. Kalıplaşmış düşünceleri reddeden bu sistem, tüm yeniliklere açıktır. Atatürkçülük, siyaseti çağdaş usullerle yaparak devletin gücünü arttırmayı amaçlar. Atatürk’e göre siyasi gücün zayıflaması, devletin ve demokrasinin geleceğini tehlikeye düşürür.
Ekonomik Güç
Bir ülkedeki üretim, dağıtım ve tüketim durumlarıyla ilgili her türlü faaliyet, ekonomi konusunun içerisinde yer alır. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde ekonominin de milli bir nitelik göstermesi gerekir. İşte bu yüzden, topluma yön veren en önemli etkinliklerden olan milli ekonomi (Ekonomik Güç), Atatürkçülüğün temel hedeflerinden biridir.
Askeri Güç
Türkiye’nin güçlenip kalkınması için milli güç unsurları arasında önemli bir yere sahiptir. Coğrafi açıdan her türlü iç ve dış tehditlere açık olan Türkiye’nin, her zaman için güçlü bir orduya ihtiyacı vardır. Ekonomik kalkınmanın tam manasıyla sağlanabilmesi, öncelikli olarak ülke güvenliğin tam anlamıyla sağlanabilmesinden geçmektedir. İşte bu yüzden Atatürk, her dönemde Türk ordusuna ayrı bir önem vermiştir. Yeni Türk devletinin kurulmasıyla ordu, yurt savunmasında, siyasi ve ekonomik gücün etkili olabilmesinde en büyük güvencelerden biri olmuştur. Askeri güç sayesinde Kurtuluş Savaş’ı kazanılarak, siyasi ve ekonomik bağımsızlığa ulaşılmıştır.
Sosyokültürel Güç
Eğitimli, teknik bilgilere sahip, kültürlü insanların oluşturduğu güçtür. Kültür yoluyla kazanılacak sosyokültürel gücün öğeleri içerisinde insanın niteliği, yetişme düzeyi, dini inançları, tarihi ve kökeni, örf ve adetleri ile milli birlik ve beraberlik yer alır. Atatürk, toplumun kültürel değişimine büyük önem veriyordu. Türk toplumunun çağın gereklerine göre gelişebilmesini bilim ve teknolojiye bağlayan büyük önder, bireyden başlayarak halkı eğitmek, halkın bilgi düzeyini yükseltmek kısacası, bütün milleti eğitimle aydın olarak yetiştirmek istiyordu.
ATATÜRKE GÖRE EKONOMİ
Uzun süren ve çetin geçen Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, bu savaşı yürüten liderler, başta Atatürk olmak üzere, şu temel soruya cevap aramışlardır: “Türkiye nasıl kalkınabilir, halkın refaha en kısa zamanda kavuşması için nasıl bir ekonomi politikası gütmelidir?” Bunu anlamak için de 4 Şubat 1923’de İzmir’de iktisat Kongresi toplanmıştır. Başkanlığını Kâzım Karabekir Paşa’nın yaptığı Kongre’yi Mustafa Kemal Paşa bir konuşmayla açmış ve ekonominin önemi, ekonomik kalkınma modeli ve bizde o zamana kadar izlenen ekonomi politikasının yanlışlığı üzerinde durmuştur. Atatürk’ün bu kongrede ve daha sonra başka yerlerde başka zamanlarda yaptığı konuşmalarda öne sürdüğü temel görüşler şunlardı:
EKONOMİNİN ÖNEMİ
“Ekonomi her şeydir; milletlerin, devletlerin yükseliş ve çöküş nedenleri iyice araştırılacak olursa, bunun en başta ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Asrımız ekonomi (iktisat) asrıdır. Bu çağda ekonomiye gereken önemi mutlaka vermeliyiz. Kalkınmamızın, ilerlememizin temel şartı budur, iktisadi hayatı canlandırmaktır
“Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olmuştur” der. Çünkü, kılıç tutan el zamanla güçsüzleşir, saban tutan el ise güçlenir. Buna da, örnek olarak Kanada’yı gösterir
KAPİTÜLASYONLAR ecnebilere, başlangıçta, bir lütuf, bir atıfet, bir ihsan olarak verilen bazı imtiyazların giderek genişlediğini ve memleket ekonomisini, maliyesini, hattâ adliyesini kayıt ve şart altına aldığını, bunun da sonuçta, ulusal egemenliğimize ağır kısıntılar getirdiğini söylemiştir
İKTİSADİ ZAFERLER KAZANMAK
Ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar”
MİLLÎ ÇALIŞMA ANDI
Atatürk’ün önerisiyle kabul edilen bu misak ülkede sosyal barış ve sosyal adalet ilkesini dile getirdiği gibi, çalışmanın faziletini, çalışkan olmanın önemini de hatırlatır. Ülkemiz bundan böyle Atatürk’ün deyişiyle, “çalışkanlar diyarı” olacaktır
ÜLKEYİ ZENGİN YAPMA ÖZLEMİ
MİLLÎ EKONOMİ POLİTİKASI, TARIMA VE KÖYLÜYE ÖNCELİK TANINMASI
Yeni devletin milli ekonomi politikasının temel ilkelerini Atatürk şöyle özetliyordu: “Her şeyden önce tarıma ve çitfçiye önem verilecektir. Çünkü ülkemiz halkının büyük bölümü tarımla uğraşan köylülerdir. Ve köylü, bu yeni dönemde, efendimiz olacaktır. Bunun için köylüyü bir cendere gibi sıkan aşar vergisi kaldırılacaktır. Modern tarım metodları uygulanacak, köylüye gerekli olan destek kredisi Ziraat Bankası aracılığıyla sağlanacaktır. El sanatları ve,yerli sanayi teşvik edilecektir”. Bunun için 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarılmıştır. Tarımda makinalaşmanın yararları üzerinde durulmuştur
DEMİRYOLU POLİTİKASI
YABANCI SERMAYE
MİLLÎ TÜCCAR POLİTİKASI
Atatürk, ekonomi politikasında sanayiden çok tarıma önem vermiştir
1- Devletin yeni ekonomi politikası doktriner olmaktan çok, pratik, ampirik, faydacı bir gözle ele alınmıştır. Bu alanda yetişmiş zengin bir uzman ve yetkin bir bürokrasi kadrosu bulunmadığından ve bu işlerden anlayan yabancılarla, bizden olmayan unsurlara da pek güven duyulmadığından, yöneticiler ekonomik hayatın güdümünde daha çok yurdun gerçeklerini ve ihtiyaçlarını gözönünde tutarak, âdeta el yordamıyla, pragmatik bir kalkınma politikası izlemişlerdi.
2- Anayasanın çizdiği teorik çerçeve içinde, başlangıçta daha çok ılımlı, liberal-kapitalist bir toplum yaratma modeli öngörülmüş ve bu yolda bazı adımlar atılmıştı. Bu adımların en önemlilerinden biri de 1925 yılında Türkiye İş Bankası’nın kurulması olmuştur. Bankanın başına Atatürk’ün kişisel becerisine inandığı ve güvendiği Celal Bayar getirilmiştir. Bankanın sermayesinin önemli bir kısmı Atatürk tarafından sağlanmıştı
ATATÜRK ÜN DIŞ POLİTİKASI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ NELERDİR?
Atatürk’ün dış siyasetinin belirginleştiği iki dünya savaşı arası dönem bir barış devresi olmaktan çok İkinci Dünya Savaşının tohumlarının ekildiği ve milletlerin bu geliyorum diyen savaş için cepheleştiği bir dönem oldu. 1925-1929 arasındaki nisbi yumuşama dönemini takiben 1929-1930 Dünya Ekonomik Krizinden (özellikle zamanın devlerini altüst eden) sonra uluslar arası gerginlik hızla arttı. 1919 düzenini korumak isteyenlerle bu yapıyı değiştirmek isteyenler arasında giderek kutuplaşma meydana geldi ve bu gerginlik İkinci Dünya Harbinin patlamasına sebep oldu.
Bu dönemde ülkeler arası Barış Antlaşmaları hep galiplerin dayatması ile olurken, karşılıklı müzakerelere dayanan tek Barış Antlaşması LOZAN’ dı. Ve bu Antlaşma Mustafa Kemal’in eseriydi. Türk Kurtuluş Savaşı askeri alandaki başarımızın simgesi olurken bu başarıyı dış politika alanındaki Lozan başarımız takip etti.
Kurtuluş Savaşından sonra Avrupa başta olmak üzere dünyanın her tarafı kısa sürede bunalımlar içine girerken Gazi Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki Türkiye, başarılı bir dış politika uygulaması ile her iki blokta yer alan devletlerle dostluğunu korumasını başarmıştır. İki tarafta Türkiye’yi kendi ittifaklarına dahil etmek için büyük çabalar harcamışlardır. İki tarafa da eşit mesafede kalmasını başaran Türkiye; kendi çıkarlarına, uluslararası barışa ve uluslararası hukuka uygun politikasını dikkatle korumasını bilmiştir.
Atatürk’ün sağlam kişiliğinin ve kararlı mizacının damgasını vurduğu dış politika uygulamaları günümüz için örnek alınacak pek çok temel niteliğe sahiptir. Bu nitelikleri ana başlıkları ile özetledikten sonra her birini misallerle detaylı olarak açıklamaya çalışacağım. Bu nitelikler şunlardır.
- Atatürk’ün Dış Politikası; hayâlci değil tamamen GERÇEKÇİ idi. Yani imkan kabiliyetimizle ölçülü yapabileceğimiz hedeflere dayanıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikası; daima DİYALOGA AÇIKTI. O,başarılı bir diplomasinin temel özelliği olarak şahsi temasların yararına inanıyordu. Bu şahsi temasların ülkeler arasındaki dostluğu perçinleyeceği düşüncesi ile hareket ediyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; GÜVENİLİRLİK UNSURU hakimdi. Söyledikleri ve yaptıkları birbirine uymalıydı. Ancak bu şekilde devletin güvenilirliği dış dünyaya kabul ettirilebilirdi.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Dünü,Bugünü ve Yarını kavrayış birbiri ile uyumlu olmalıydı. Tarih bilgisinin diplomasideki yerini çok iyi bilen Atatürk bu alanda çok okuyor, gerekli dersleri çıkarıyor, dünü bildiği için bugünü iyi kavrıyor ve böylece yarın olabilecekleri de önceden doğru tahmin edebiliyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Olayların ele alınışında ve çözümlemede Strateji ve taktik alanda hata yapılmamalıydı. Karşılaştığı bütün dış politika sorunlarının stratejik açıdan tahlilini müteakip, problemleri çözümde olayların hepsine birden el atmayıp bunları yapılabilirlik durumuna göre öncelik sırasına koyarak taktik başarılardan sıra ile stratejik sonuçlara ulaşıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Çok aktif, fakat her türlü maceracılıktan uzak bir uygulama olmalıydı. Daima aktif olarak inisiyatifi elde bulundurmuş, fakat gerçekçilik niteliğine sıkı sıkıya bağlı kalarak maceracılığa sürüklenmemiştir.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Temel esaslardan biri de her şeyden önce kendi gücüne güvenmektir. Uluslararası alanda kendi gücüne dayanmayan ve bunu kanıtlayamayan ülkelerin yaşama hakkına sahip olamayacaklarını görmüş ve bu prensibe sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Bununla beraber devletin çıkarları gerektirdiğinde bir ittifaka dahil olarak ülkenin kendi sahip olduğu gücünü arttırabileceğine de inanıyordu.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Milliyetçilik ve İnsaniyetçilik daima ön planda tutulmuştur. Atatürk gerçek bir Türk Milliyetçisi olmasının yanı sıra insaniyetçi değerlere de büyük önem vermiştir. O,Dünya toplumlarını tek bir aile ve bütün milletleri birbirleriyle akraba gibi görmüştür. Her hangi bir ülkenin sorunlarını, bütün insanlığın sorunu gibi değerlendirmesi gerektiği inancı ile hareket etmiştir.
- Atatürk’ün Dış Politikasında; Batılılaşma çabaları önemli yer tutarken Sömürge devletlerin problemleriyle yakından ilgilenilmeliydi. O,Avrupa’da toprağı olan tek Ortadoğulu Müslüman ülke olma gerçeğine uyarak hem Avrupalı bir kişilik taşıyan ve hem de büyük bir kısmı sömürge durumundaki Doğu dünyasının problemlerine karşı ilgili olduğunu vurgulayan bir politika izlemiştir.
Atatürk, Anadolu Halkının Kurtuluş Savaşındaki mücadelesinin bütün mazlum milletlere örnek olacağını görmüş ve bu düşüncesini; “BUGÜN, GÜNÜN AĞARDIĞINI NASIL GÖRÜYORSAM, UZAKTAN, BÜTÜN ŞARK MİLLETLERİNİN UYANIŞINI DA ÖYLE GÖRÜYORUM” şeklinde ifade etmiştir . Bu şekilde kendi zamanında sayıları çok fazla olan sömürge dünyasının yakın bir gelecekte bağımsızlıklarını kazanacağını önceden haber vermiştir.
Ortaokul çağından itibaren askeri eğitim alan ve ömrünü muharebe meydanlarında geçiren Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün üniformayı sırtından çıkardıktan sonraki en büyük çabası Barış için çalışmak olmuştur. Dünya insanlığının bir daha harp görmesini önlemek için sürdürülen barış çabalarına destek vermiş ve bu yolda ve örnek tutum ve davranışlar sergilemiştir. Atatürk’ün bu çalışmalarını fikir ve düşüncelerinde kolayca bulmak mümkündür.
“BİZİM KANAATİMİZCE BEYNELMİLEL SİYASİ GÜVENLİĞİN GELİŞMESİ İÇİN İLK VE EN MÜHİM ŞART MİLLETLERİN HİÇ OLMAZSA BARIŞI KORUMA FİKRİNDE SAMİMİ OLARAK BİRLEŞMESİDİR.”
Atatürk, 1932 yılındaki bu fikirlerini bilahare geliştirerek bizlere Türk Dış Politikası için çok önemli bir hedef olarak “YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ” ilkesini göstermiştir. Bu önemli ilkeyi de şöyle ifade etmiştir.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN EN ESASLI PRENSİPLERİNDEN BİRİ OLAN YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ GAYESİ, İNSANİYETİN VE MEDENİYETİN REFAH VE İLERLEMESİNDE EN ÖNEMLİ ETKENDİR. BUNA ELİMİZDEN GELDİĞİ KADAR HİZMET ETMİŞ VE ETMEKTE BULUNMUŞ OLMAK TÜRK MİLLETİ İÇİN ÖVÜNÜLECEK BİR HAREKETTİR. (1933)”
Bütün dünya için barışı isteyen ve bu alandaki faaliyetlere destek veren Atatürk’ün bugünkü Birleşmiş Milletlerin bir önceki versiyonu olan Milletler Cemiyeti’nin geleceğine ilişkin düşünceleri incelendiğinde günümüz uygulamalarının çok ötesinde bir Birleşmiş Milletler anlayışı içinde bulunduğu görülür.
Dış politikamızı BARIŞ kavramı üzerine inşa eden Atatürk’ün bu konudaki düşünceleri açık ve sarihtir
ATATÜRK DÖNEMİNDE TARIM VE SAĞLIK ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER
Osmanlı Devleti zamanında halkın yüzde 80’i tarımla uğraşıyordu ve milli gelirin önemli bir kısmı tarımdan elde ediliyordu. Batılı ülkeler modern usullerle tarım yaparken, ülkemizde ilkel yöntemlerle toprak işleniyordu. Cumhuriyet idaresinin üzerinde önemle durduğu bir konu da tarımın geliştirilmesi olmuştur.
Atatürk, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüsüdür. O hâlde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete müstahak ve lâyık olan köylüdür.” diyerek yüzlerce yıl ezilen köylünün gerçek değerini ifade etmiştir.
Tarımı düzenlemek için her şeyden önce köylünün durumunu iyileştirmek gerekiyordu. Hükümet bu düşünceye dayanarak köycülük siyasetinin esaslarını şöyle belirledi:
-Toprağı olmayan köylülere toprak verilmesi
-Köylüden ağır vergilerin kaldırılarak maddi açıdan güçlenmesinin sağlanması
-Köylünün üretim imkanlarının arttırılması
-Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltecek tedbirlerin alınması
Tarım kesiminde çiftçinin durumunu güçleştiren etkenlerden biri de vergi yükünün ağır olmasıydı. Aşar vergisi, Osmanlı döneminde çiftçinin devlete ödediği bir vergiydi. Çiftçi kesimi ürününün onda birini devlete vermek zorunda olduğu bu vergiyi ödemede büyük güçlük çekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Aşar vergisi, genel bütçe gelirinin yüzde yirmi beşini oluşturuyordu. Cumhuriyet Hükümeti cesur bir kararla 17 Şubat 1925’te Aşar vergisini kaldırdı. Böylece tarımsal gelişme için iyi bir ortam hazırlanmış oldu.
Tarımsal üretimi artırmak için yeni ve gerçekçi önlemler alındı. Bu önlemler doğrultusunda köylü ve üreticiye tohum, fidan, damızlık hayvan ve borç para verildi. Köylünün her açıdan ihtiyacının giderilmesinin amaçlandığı 1929’da Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Örnek çiftlikler, fidanlıklar ve haralar oluşturuldu. Ülkemizin iklimine uygun yeni ürünler yetiştirildi. Traktör kullanımını yaygınlaştırmak için Hükümet, mali ve yasal düzenlemeler yaptı. Ziraat Bankası’nın verdiği kredi koşulları kolaylaştırıldı. Pulluk kullanımı yaygın hale getirildi.
Yurdumuzun her bir yöresinde şeker pancarı, Karadeniz Bölgesi’nde çay, Güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş bir tarım ülkesi haline gelebilmesi için orta dereceli ziraat okulları açıldı. Ziraat uzmanlarının sayısını artırmak için Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. 1933 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
2 Haziran 1929’da topraksız çiftçiye toprak dağıtılması hakkında bir kanun kabul edildi. Ancak bu kanun, kişilere ait toprakların ve hazine topraklarının tam olarak belirlenememiş olması nedeniyle uygulamaya konulamadı.
Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilebilmesi içinde önemli tedbirler alındı. Hayvancılığın geliştirilmesi için çiftliklerin kurulmasına başlandı.
Gazi Orman Çiftliği’nin kurulmasında Atatürk bizzat işin başında yer aldı. Silifke Tarsus ve Dörtyol’da da çiftlikler kuruldu. Bu çiftliklerin modern tarımın yerleşmesine büyük katkıları olmuştur.
23 Nisan 1920’de yeni Türk Devleti kurulunca, sağlık hizmetleri devlet hizmeti olarak ele alındı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. Böylece sağlık ve sosyal yardım işleri devlet bünyesinde toplanmış oldu.
1923 yılında sağlık hizmetleri ülke genelinde yaygınlaştırılırken, ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verildi. 1924’te alınan bir kararla Ankara, İstanbul, Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da örnek hastaneler yaptırıldı. Bu hastanelere bulunduğu ilin adı ile birlikte Numune Hastanesi adları verildi. 1930 yılında çıkarılan Umumî Hıfzısıhha Kanunu’nda koruyucu sağlık hizmetleri yönünde önemli düzenlemeler yapıldı. Ülkenin her yerinde yeni hastaneler ve dispanserler açıldı.
1933’te açılan İstanbul Üniversitesi bünyesindeki tıp fakültesinin eğitim programlarının geliştirilmesine önem verildi. Kolera, veba, tifo, çiçek, kızamık, menenjit, verem ve sıtma gibi birçok bulaşıcı hastalıklara karşı sistemli bir mücadele başlatılarak bu hastalıkların sağlık kuruluşlarına bildirilmeleri zorunluluğu getirildi. Bu hastalıkların tedavisinin parasız yapılabilmesi için kararlar ve tedbirler alındı. Ankara’da açılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nde üretilen aşılar bütün yurda dağıtıldı. Sınırlarda sağlık kontrolleri artırılarak bulaşıcı hastalıkların ülkeye girmemesi için tedbirler alındı.
Bataklıklar kurutuldu. Kızılay teşkilatı devletin desteği ve halkın bağışlarıyla güçlendirildi. Bu sayede Kızılay, daha çok kişiye yardım etme olanağını elde etti. Böylece sağlık hizmetlerini üstlenen devlet, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sağlık alanında birçok başarı elde etti.
ATIKLARIN DÖNÜŞÜMÜ
Yeniden değerlendirilme imkanı olan atıkların çeşitli fiziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dahil edilmesine geri dönüşüm denir. Diğer bir tanımlamayla herhangi bir şekilde kullanılarak kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin çeşitli geri dönüşüm yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılması olarak tanımlanabilir.
Tabii kaynakların sonsuz olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı takdirde bir gün bu doğal kaynakların tükeneceği aıldan çıkarılmamalıdır.
Bu durumu farkına varan ülke ve üreticiler kaynak israfını önlemek ve ortaya çıkabilecek enerji krizleri ile başdebilmek için atıkların geri dönüştürülmesi ve tekrar kullanılması için çeşitli yöntemler aramış ve geliştirmişlerdir.
Kalkınma çabasında olan ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bulunan gelişmekte olan ülkelerin de tabii kaynaklarından uzun vadede ve maksimum bir şekilde faydalanabilmeleri için atık israfına son vermeleri, ekonomik değeri olan maddeleri geri dönüşüme ve tekrar kullanma yöntemlerini uygulamaları gerekmektedir.
Geri dönüşümde amac; kaynakların luzumsuz kullanılmasını önlemek ve atıkların kaynağında ayrıştırılması ile birlikte atık çöp miktarının azaltılması olarak düşünülmelidir. Demir, çelik, bakır, kurşun, kağıt, plastik, kauçuk, cam, elektronik atıklar gibi maddelerin geri dönüşüm ve tekrar kullanılması, tabii kaynakların tükenmesini önleyecektir. Bu durum; ülkelerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ithal edilen hurda malzemeye ödenen döviz miktarını da azaltacak, kullanılan enerjiden büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Örneğin kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %74-94, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azaltığı ve bir ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir.
Diğer yandan, yukarıda bahsedildiği gibi geri dönüşümün amaçlarından biride bertaraf edilecek katı atık miktarlarının azaltılması nedeni ile çevre kirliliğinin önemli ölçüde önlenmesi de sağlanacaktır. Özellikle katı atıkları düzenli bir şekilde bertaraf edebilmek için yeterli alan bulunmayan ülkeler için katı atık miktarının ve hacminin azalması büyük bir avantajdır.
Sağlıklı bir geri dönüşüm sisteminin ilk basamağı ise bu malzemelerin kaynağında ayırması sureti ile toplanılmasıdır.
Geri dönüştürülebilir nitelikteki bu atıklar normal çöple karıştığında bu malzemelerden üretilen ikincil malzemeler çok daha düşük nitelikte olmakta ve temizlik işlemlerinde sorunlar olabilmektedir. Bu yüzden geri dönüşüm işleminin en önemli basamağını kaynakta ayırma ve ayrı toplama oluşturmaktadır.
Geri dönüşüme olan ihtiyacın başlamasında savaşlar nedeniyle ortaya çıkan kaynak sıkıntıları etkili olmuştur. Büyük devletler, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülke çapında geri dönüşümle ilgili kampanyalar başlatmışlardır.
Vatandaşlar özellikle metal ve fiber maddeleri toplama konusunda teşvik edilmişlerdir. ABD'de geri dönüşüm işlemi yurtseverlik anlayışında çok önemli bir yer edinmiştir. Hatta, savaş sırasında oluşturulan kaynak koruma programları, doğal kaynakları kısıtlı bazı ülkelerde (Japonya gibi), savaş sonrası da devam ettirmiştir.
Geri Dönüşümün Önemi
1.Doğal kaynaklarımızın korunmasını sağlar.
2.Enerji tasarrufu sağlamamıza yardım eder.
3.Atık miktarını azaltarak çöp işlemlerinde kolaylık sağlar.
4.Geri dönüşüm geleceğe ve ekonomiye yatırım yapmamıza yardımcı olur.
Geri Dönüşebilen Maddeler
Demir • Çelik • Bakır • Aliminyum • Kurşun • Piller • Kağıt • Plastik • Kauçuk • Cam • Motor yağları • Atık yağlar • Akümülatörler • Araç lastikleri • Beton • Röntgen filmleri • Elektronik atıklar • Organik atıklar
Geri Dönüşümde Yasal Mevzuat
Ülkemizde geri dönüşüm; Çevre Kanunu ve bu kanuna istinaden çıkarılan yönetmeliklerle düzenlenmektedir.
Bu yönetmelkikler aşağıda sıralanmıştır:
Atık Pil ve Akümülatörlerin Kontrolu Yönetmeliği (APAK)
Ambalaj Atıkları Kontrolü Yönetmeliği
Poliklorlu Bifenil ve Poliklorlu Terfenillerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik
Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği
Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Yönetmeliği
Atık Yönetimi Genel Esaslarına İlişkin Yönetmelik
Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği
AVRUPA KONSEYİ
Avrupa Konseyi fikri, ilk olarak İngiltere Başbakanı Winston Churchill tarafından dile getirilmiştir.
Kuruluş, savaştan büyük maddi ve manevi kayıpla çıkan Avrupa’da, halklar arasında uzlaşmayı sağlamak ve bir daha aynı trajedinin yaşanmasını engellemek amacıyla oluşturulmuştur. Bu şekilde, kıtada süregelen gerginlik ve çatışmanın yerine, ortak kurumlar, standartlar ve sözleşmelere dayalı, güven ve işbirliği ortamının kurulması hedeflenmiştir.
Konsey’in nihai gayesi tek bir Avrupa devletine ulaşmaktır.”
Avrupa ülkesi olmayanlar konseye üye olamazlar.
Türkiye Kurucu üye sayılmaktadır.
Türkiye, halihazırda, 203 AK sözleşmesinden, yaklaşık yarısına taraftır.
AK’ı kuran Londra Antlaşması’nı 5 Mayıs 1949’da 10 Avrupa ülkesi imzalamıştır. AK’ın belkemiğini oluşturan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ise 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanmıştır.
Organları: Konsey’in merkezi, Fransa’da Strasbourg şehrindedir. Resmi lisanı İngilizce ve Fransızcadır.
Örgütün Amacı:
Avrupa Konseyi (AK)’nin amaçları, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek; azınlıklar, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı, sosyal dışlanma, uyuşturucu madde ve çevre konularındaki sorunlara çözüm aramak; Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak olarak özetlenebilir.
Kuruluş Tarihi: 5 Mayıs 1949 Merkezi: STRAZBURG
AYASTEFANOS ANTLAŞMASI
Doksanüç Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan barış antlaşması.
Sultan İkinci Abdülhamid Hanın karşı olmasına rağmen Midhat Paşa, Damad Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının sebeb olduğu Osmanlı-Rus Harbi, Türklerin umumi olarak yenilmesiyle neticelendi. Ruslar batıdan Yeşilköy'e, doğudan Erzurum’a kadar geldiler. Osmanlı Devleti mütareke istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti. 3 Mart 1878’de Osmanlı tarihinde benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve feci şartlar getiren Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
Yirmi dokuz Maddelik antlaşmaya göre batıda büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulacak; Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazminatı verecekti. Antlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237.298 km2 Toprak ve yaklaşık 8 milyon nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilave edilince devletin kaybı korkunçtu.
Ayastefanos Antlaşması ile Rusların bölgede tamamen hakim bir konuma gelmeleri Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri İngilizlerin Hindistan siyasetine ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakına set çekmiş olacaktı. İkinci Abdülhamid Hanın şahsi diplomasisi bu tepkileri çok iyi değerlendirdi. Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakmakla Berlin’de yeniden bir Antlaşma zemini elde etmeye muvaffak oldu. Ayastefanos’un feci şartlarını hafifleten bu antlaşma ile Türkiye’nin Balkanlardaki hayatı bir müddet uzadı
1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve Ayastefanos Antlaşması
Nedenleri:
Paris Konferansı’nda çıkarları zedelenen Rusya’nın Pan-Slavizm politikasına ağırlık vermesi
Rusya’nın Balkan uluslarını Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya kışkırtması
Osmanlı Devleti, 1876’da toplanan Berlin, İstanbul ve Londra konferanslarında alınan, kendi aleyhindeki kararları kabul etmedi. Bunun üzerine 1877’de Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.
Ruslar, Doğu’da Kars, Ardahan, Batum ve Erzurum’u, Batı’da da Edirne’yi aldı.
Osmanlı Devleti bütün cephelerde yenilince, 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı.
UYARI: Ayastefanos Antlaşması, İngiltere ve Avusturya karşı çıktığı için uygulanmadı. İngiltere, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de; Avusturya da, Rusya’nın Balkanlar’da güçlenmesini istemediğinden, bu antlaşmaya karşı çıktı.
Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) :
Sırbistan, Karadağ ve Romanya’ya bağımsızlık verilecektir.
Büyük Bulgaristan Krallığı kurulacaktır.
Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Bayezıt Rusya’ya bırakılacaktır.
Bosna ve Hersek özerkleştirilecektir.
Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacaktır.
Teselya, Yunanistan’a bırakılacaktır.
Osmanlı Devleti, Rusya’ya savaş tazminatı ödeyecektir
AZERBEYCAN VE ERMENİSTAN ARASINDAKİ ANLAŞMAZLIK
Karabağ Savaşı (Şubat 1988 - Mayıs 1994), Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Dağlık Karabağ Özerk Oblastı'nın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlanmasını isteyen Ermeniler ile bunu kabul etmeyen Azeriler arasında başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında çatışmaya dönüşen bir savaş.
Savaş öncesinde ve etnik çatışmaların sıcak savaşa dönüşmesi sonrasında Sumqayıt Pogromu, Kirovabad Pogromu, Bakü Pogromu gibi pogromlar, Hocalı Katliamı ve Maragha Katliamı gibi katliamlar yaşanmıştır.
Günümüzde Dağlık Karabağ ve çevresindeki 7 il Ermeni işgali altındadır ve bölgeyi Dağlık Karabağ Cumhuriyeti adında fiilen bağımsız tanınmayan bir devlet yönetmektedir
AZERBAYCAN HALK CEPHESİ PARTİSİ
Azerbaycan'ın ana muhalefet partilerinden biridir. Parti 1992'de dönemin cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey tarafından kurulmuştur. 2000'de Elçibey'in olümünden sonra, parti iki siyasi hizipe bölünmüştür: Ali Kerimli başkanlığında reform kolu ve Mirmahmut Miralioğlu başkanlığında klasik kolu.
AZINLIKLARIN KURDUKLARI DERNEKLER VE ÖZELLİKLERİ
Mavri Mira , Etniki Eterya , Pontus Rum Cemiyeti, Hınçak Taşnak, Makabi-Alyans İsrailit Cemiyetleri ,Kardos Cemiyeti , Rum-Ermeni Birlik Komitesi
Azınlık Cemiyetlerinin Özellikleri
1-Wilson Prensiplerinden ilham aldılar
2-Mondros Mütarekesi, azınlıkların çalışmaları için uygun zemin oluşturdu
3-Azınlıklar Osmanlı ülkesini sömürmek isteyen işgalciler tarafından kullanıldılar
4-Kiliseleri ve yabancı okullarını üs edindiler
5-İşgal devletlerinden yardım gördüler
6-Çıkardıkları olaylar ile TBMM’yi meşgul ettiler
7-Dünya kamuoyunu Türkler aleyhine harekete geçirerek Türk halkının haklı mücadelesini engellemek
8-Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kendi devletlerini kurmak