Âl-i Ýmrân / 28. Ayet
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ

Mü'minler, sakýn mü'minleri býrakýp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artýk onun Allah ile irtibatý tamâmen kopmuþ olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanýz ölçülü bir þekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabýndan sakýndýrýyor. Çünkü sonunda dönüþ, yalnýz Allah'adýr.

SaBaH KaHVeSi/8

Başlatan MiM, Nisan 15, 2011, 09:31:27 ÖÖ

MiM

ADMiN
11,903
Nisan 15, 2011, 09:31:27 ÖÖ


Selamun aleykum,
biliyorum, uzattık epeydir kahve molamızı... bir öncekinden daha iyi olma
gibi -aslında hiç sevmediğim- garip bir huyum vardır. ilk başladığm sabah
kahvesinin çapında kalma gibi bir rahatlıkta olabilse idim, inanın her hafta
hiç yüksünmeden yazabilirdim. fakat son gelinen noktaya bakınca çok
uzun emekler, yıldıran gayretler olmaksızın çıtayı yükseltebilmenin mümkün
olmadığını anlayınca bugünlere uzanıveren bir tembellik bırakmadı yakamızı...
nihayetinde epeydir ön hazırlıklarını yaptığım, peyderpey olgunlaştırmağa
çalıştığım hazırlıklarımız son aşamaya gelince karşınıza çıkabilme mutluluğuna
nail olabildik, hamdolsun. sözü daha fazla uzatmadan hala etkisi tam
geçmemiş olan mütebessim bir ramazan fıkrasıyla kahvemizi servis etmeye
başlayalım, bi iznillah...





KADI'NIN UNUTTUÐU TERAVİH

İki kafadar Ramazan'da kadı kıyafetine girerek köy köy dolaşmaya
ve birkaç basit soru sorup cevap veremeyen köylüleri falakaya
yatırıp para kazanmaya başlamışlar. Kadı efendi bu durumdan
haberi olunca bunları yakalatmış ve; "Bu sabah namazının, bu öğle
namazının, bu ikindi namazının, bu akşam namazının, bu da yatsı
namazının" diyerek kırk sopa attırır ve bıraktırır. iki kafadar köyden
uzaklaşınca birisi: "Tabanlarım sızlıyor, şurada oturup dinlenelim"
deyince diğeri, "yürü yürü! dinlenmenin sırası mı şimdi, Kadı Efendi
teravihi unuttu, hatırlarsa vay halimize!"





SEVGİ KÖRDÜR

Mihail Nu'ayme sevgiyle ilgili şunları söyler:
"Sevgide "daha çok" ya da "daha az" kavramları yoktur. Sevgide
"şimdi", "o zaman" veya "burada", "orada" sözcükleri de yoktur.
"sevgi kördür" dediğinizde de sevginin, sevgilide hiçbir kusur
görmediğini kastediyorsunuz. Doğrusu körlük, görme
derecelerinin en üst noktasıdır. Keşke hiç bir şeyde kusur
göremeyecek kadar kör olsaydınız."




NAMAZIN TADINI NİYE BULAMIYOR?

İbrahim Ethem hazretleri anlatır:
Bir gün beyt-i makdis mescidinde hasıra sarınıp yatmıştım.
Gece yarısı olunca mescidin kapısı açıldı. içeri bir pir girdi.
iki rekat namaz kıldıktan sonra arkasını mihraba dönerek
oturdu. oraya kırk kişi daha geldi. içlerinden biri "burada
bir kişi yatıyor" dedi. Pir gülümseyerek: "O ibrahim ethem'dir.
Kırk gündür kıldığı namazın tadını bulamıyor!" dedi. o sözü
işitince dayanamayıp pirin huzuruna geldim. selam verip:
"ALLAH aşkına, benim bu halimin sebebi nedir?" diye sordum.
Þöyle dedi: "falan gün basra'da hurma satın almıştın.
farkında olmadan yere düşen hurmaları da kendinin
zannederek heybene koydun. halbuki onlar satıcıya aitti.
Bu sebeple maneviyatından bir miktar uzak düştün" dedi.
hemen gidip hurma aldığım kimseyle helalleştim. Bu durum
satıcıya da tesir etti, ve infak sahibi salih kimselerden
birisi oldu"




DERVİÞ VE PARA

Padişahın biri adamlarından birine bir miktar para verip
şehir içindeki dervişlere dağıtmasını söyledi. Adamcağız
birçok dervişin yanına gidip geldi ve parayı olduğu gibi
getir getirip padişaha iade etti. Padişah, "Niçin dağıtmadın?"
diye sordu. Adam, "Padişahım, verecek derviş bulamadım"
dedi. Padişah, "Nasıl olur, şehirde yüzlerce derviş vardır"
deyince adam, "Efendim, dervişler para kabul etmiyorlar.
Para alanlar ise zaten derviş değil ki!" diye cevap verdi.




TAKVA NEDİR?

hz. Ömer birgün Übey b. K'''b'a takvanın ne olduğunu sordu.
Übey ona: "Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?" diye sordu.
Ömer (ra), "Evet yürüdüm" karşılığını verdi. Bu sefer, "Peki
ne yaptın?" diye sordu. hz. Ömer: "Elbisemi topladım ve
dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gücümü sarfettim."
cevabını verdi. Bunun üzerine Übey(ra) şöyle dedi: "İşte takva
budur!" (ibni kesir, tefsir/1, 42) Demek ki takv'', ALLAH'ın r''zı
olmayacağı bir hareketten titizlikle kaçınmak, ALLAH'ın emirleri
karşısında adeta titrek bir mum gibi hassas olmaktır.





BİRAZ GEÇMİÞE YOLCULUK YAPALIM MI?

Meşhur Louvre sarayında hel'''nın unutulmuş olması o zamanki
Avrupa'nın temizlik hususundaki halini ortaya koymak için k''fidir.
Nitekim bir zamanlar Fransa'da şemsiyenin sokağa atılan kirli su
ve idrardan korunmak için kullanılmış olduğu da riv''yetler
arasındadır. Þimdi bazı batılı müelliflerin Osmanlı toplumundaki
temizlik ve nez''ketle al''kalı müşahedelerini nakledeceğiz:
M. de Thevenot şöyle der: "Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta
olurlar. Bizim memleketimizdeki böbrek hastalıkları ve daha bir
sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur. isimlerini dahi
bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin
başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki
itidalleridir. Onlar gayet az yerler. Yedikleri de hristiyanlar gibi
karma karışık değildir."

J. B. Tavernier: "Türkiye'de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlaka
ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin
konaklarında ya gül suyu veya güzel kokulu başka bir su da ikram
edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız." der.

Dr. A. Brayer de: "Osmanlı yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmal
etmez. T''katten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla
yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman cenazesi bile şeriat ahk''mına göre
yıkanıp temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar
hastalandıklarında veya t''katten düştüklerinde temizlik kaygısını
umumiyetle unutuverirler. ölünce de evinde bulunabilen en kötü
beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi cesedinin
en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez" der. ve,
A. Brayer şöyle devam eder: "Umumiyetle pek kalabalakı olmayan
cemiyetleri iyi tedkik edin: halkın üstleri başları ne kadar temizdir.
H''l ve tavırlarında ne büyük bir ''salet ve yüzlerinin çizgilerinde
ne tatlı bir sûkunet ve nezaket vardır! Konuştukları dil de ne tatlı
ve ne kadar ''henklidir!"

gelin şimdi de sözü batılılardan alıp aynı muhteşem medeniyetin
bu incelik ve zerafeti tev''rüs ettikleri öğretmenleriyle olan münasebeti
vesilesiyle medineye bir göz atalım: "Peygamber efendimizin kabr-i şerifi
üstündeki ilk kubbe Memlûk sultanı Kayıtbay tarafından inş'' edilmiştir.
İkinci kubbe(yeşil kubbe) ise, II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Bu
şerefli inş'' için İstanbul'dan Medine'ye giden mühendis ve mimarlar,
önce Efendimizin rûhaniyetini rahatsız etmeden bu işi nasıl yapacaklarını
mütal''a ettiler. Neticede dünya kel''mı konuşmamaya karar vererek
aralarında bir de edep dili oluşturdular. İşte ondan m''nidar bir örnek:
"Sen, Tuğlayı uzat" yerine "ALLAH" de. "Çekici uzat" yerine, "L''ilaheillALLAH"
de... Ben de, "Su ibriğini uzat" yerine "Bismillah" diyeyim."

Böylece Yeşil Kubbe'yi bir rûhaniyet ve feyiz içerisinde, dua ve zikir
halkasında oturuyormuşçasına inş'' etmişlerdir. İşte ecdadın alemlere
rahmet olan Efendimize olan hassasiyetlerinden zirve bir nûmune...

Bu bölümü yazdığımda tuhaftır, sevgili ukde geldi aklıma... onun hep
müşteki olduğu 'g''vur' izmir'i düşününce -aslında bütün ülke sathı
desek daha doğru olacak ya- nerelerden nerelere dedim içimden!






'HU'CU OLAN KIZ!

Artvinli olduğumu çoğu insan bilir burada olan... şavşat ilçesine bağlı
sınır köyüdür köyümüz. çocukluk yıllarım. otuz yıllık memuriyet
hayatından sonra emekli olan bir orman memuru köye dönmüştü.
13 vaya 14 yaşlarında olan kızı başı açık olarak gelmişti köyümüze.
kızılca kıyametler koptuğunu hatırlıyorum, daha bugünkü gibi.
kıyamet kopacak diyordu köyümüz kadınları, insan hiç utanmaz mıydı
başı açık köye gelmeye!

aradan takriben otuz yıldan fazla bir zaman geçti. geçtiğimiz yıl
üniversitede okuyan köylümüz bir genç kız, ALLAH Teala hidayet
buyurmuş, başını kapatmış ve tesettürlü olarak köye varmıştı.
ve yaşlı bir nine ona şöyle soruyor: "a kızııım, yoksa sen 'hu'cu mu
oldun!?"

otuz küsur yılda oradan bu hale gelmişti benim insanım. şimdi izninizle
yine geçmişe bir yolculuk yapalım. Mesrûk anlatıyor: "Ömer b. Hattab
Resulullah'ın minberine çıkarak: 'Mehrin 400 dirhemden fazla olduğunu
hiç bilmiyorum" dedikten sonra minberden indi. Kureyşten bir kadın
hz. Ömer'e itiraz ederek: "Ey Mü'minlerin emiri, 400 dirhemden fazla
mehir vermeyi insanlara yasakladın mı?" deyince, Ömer(ra): "Evet" dedi.
Bu cevap karşısında kadın: "ALLAH Teal'''nın Kur'an-ı Kerim'de: "Siz
onlardan birine kantar kantar mehir vermiş olsanız bile, verdiğinizden
birşey almayın..."(4/20) buyurduğunu duymadın mı?" dedi. Durumu
anlamakta gecikmeyen Ömer(ra): "ALLAH'ım, beni bağışla... bütün insanlar
Ömer'den daha ''lim" dedikten sonra tekrar minbere çıkarak: "Ey insanlar!
Ben size 400 dirhemin üzerinde ki mehri yasaklamıştım. Artık kim ne kadar
isterse malından o kadar mehir versin" dedi. (ibn Hacer, met''lib, II, 4-5)
bunun akabinden şu beyt geldi aklıma: Çeşm-i insaf gibi k''mile mizan olmaz,
Kişi noksanın bilmek gibi irf''n olmaz...

Ne al''ka mı dediniz! durun ben söyleyim... koca Ömer'i fetvasından
döndürebilecek bir bilgi aydınlığından "a kızııım, yoksa sen 'hu'cu mu
oldun" diyebilecek bir cehalet karanlığına uzanan kasvetli yolun hangi
yanında durduğumuzu, ya da buralara nasıl gelebildiğimizi idrak edebildiğimiz
ölçüde kıymet-i harbiyemiz olacağıydı anlatmak istediğim!




ÖNDEKİLER İÇİN

e, sözü Ömer(ra)den açtık madem, yine onunla devam edelim biraz...
Hz. Ömer(ra) insanlara bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman evvel''
kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle
derdi: "Þunu şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği
gibi gözlerler. Siz bu yasağı çiğnerseniz onlar da çiğnerler. Siz korkup
geri durduğunuzda onlar da böyle yaparlar. ALLAH'a yemin ederim ki, her
hangi biriniz bu yasaklara uymazsa bana yakın olduğu için ona daha fazla
cez'' veririm. Þimdi isteyen ileri gitsin, iteyen geri dursun!"(İbnü-l cevzi,
men''kıb, s.286)


şimdi biz bunu şöyle yorumlasak haksız sayılır mıyız acaba? bugün artık
Ömer'in ailesi konumunda bu davaya gönül verenler, diğerleri de ezan
sesiyle radyodaki şarkı sesini ayırd edemiyecek ölçüde bî şuur insanlardır.




NAMAZI TERKEDENİN İSLAMDAN NASİBİ YOKTUR!

Misver b. Mahreme(ra), Hz. Ömer'in yaralandığı günlere ait bir hatırayı
şöyle anlatır: "Ömer(ra) hançerlendiğinde zaman zaman baygınlık
geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler,
kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere, "durumu nasıl"
diye sordum. "gördüğün gibi baygın" dediler. "Namaza çağırdınız mı?
Eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey korkutup uyandıramaz"
dedim. Bunun üzerine, "Ey Mü'minlerin emiri, namaz! Namaz kılındı!"
dediler. Hz. Ömer(ra) hemen ayıldı ve, "Öyle mi? VALLAHi namazı terk
edenin İsl''m'dan nasibi yoktur" dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak
namaz kıldı." (ibn Sa'd, III, 35)


bu anekdotu hemen herkesin bildiğini zannediyorum ya, olsun dediydim,
okuyan kardeşlerim bir kez daha hatırlamış olsun.




AÐLATAN MEKTUP

Yine bildiğiniz, ama yine hatırlamanızı arzu ettiğim önemli bir anekdotu
hatırlatmak istedim... istedim ki, bizi biz yapan değerlerimiz hep hatırlansın,
bu toprakların nasıl bir halet-i ruhiyeye sahip insanlara sahip olduğunu, bu
güzel ve muhteşem hasletlerimiz hiç unutulmasın, hafızalarımızda hep taze
kalsın.

08 Ekim 2005 tarihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. 70 binden
fazla insan vefat etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla başbaşa kaldılar.
Türkiye'den müslüman bir yavru 24 Kasım'da şu mektup ile malının yarısın
müslüman kardeşlerine inf''k etti ve insanlığın zirvesini gösteren bir misal
sergiledi. "Ben fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. iki milyon
ekmek paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben
bugün çöpten ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon
ile depremde zarar gören çocuklara ekmek alın. Bu para hel''ldir. Pul
parası da vereceğim için paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim."
Bu muazzam bir cömertlik, is''r ve fazilet mis''li... Asr-ı Saadet'ten esen
bir b''d-ı saba gibi...




İNSANLIK HAYSİYETİ

II. Abdülhamit zamanında bir gün yüksek seviyede bir memurun çırağan
sarayı önünden geçerken, güya: "Âh Sultan Murad efendimiz!.. Sen
başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!" me''linde bir söz söylemiş olduğu
yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o memurun Fizan'a sürgün
edilmesi hususunda ir''de-i senniye s''dır olmuştu. Duruma itiraz eden
Sadrazam S''id Paşa'nın: "Efendimiz! Bu ne haldir, anlayamıyorum! bu
memurun takriben altı ay önce irtik''b ettiği hırsızlık ve rüşvet suçu s''bit
olduğu halde kendisini affetmiştiniz. Þimdi ise, çok hafif ve sıradan bir
jurnale istinaden onu sürgüne gönderiyorsunuz!" demesi üzerine,
II. Abdülhamid Han S''drazam'a şu cevabı vermiştir: "Hayır Paşa! Ben onu
bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, bahsettiğin
o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim
verdirttim. L''kin onu altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan
cezalandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk çocuğunu ve akrabalarını
da cezalandırmış olurdum. Onlar da eş ve dostlarına karşı mahcup
olurlardı. Þimdi ise, bu adamı güya benim sultanlığıma karşı çıkmış bir
insan sıfatıyla kahraman telakki edecekler. Böyle olmasını tercih ettim."

İnsanların kendi aleyhinde düşünmelerine razı olarak bir ailenin
izzet-i nefsini düşünmek, büyük bir insanlık, fazilet ve merhamet
nümunesidir.





YALANCILAR

Þakik-i Belhi bir mezarlığın kenarından geçerken ibretle baktı ve
yanındakilere: "Buradakilerin çoğu yalancıydı" dedi. "Niçin" diye
sordular, şöyle cevap verdi: "Onlar hayattayken, 'Malım var, mülküm
var, evim var, bineğim var, bağım-bahçem var' demezler miydi? Ama
şimdi siz de görüyorsunuz ki öyle değilmiş!"




BİR FARE İÇİN!

Bir gün sabah namazı için evden çıkmak üzere iken dışarıda iki
kedinin canhıraş feryatlarını duydum. Merak ettim ve dışarı çıktığımda
onlara dikkat ettim. Gördüm ki, iki kedi karşı karşıya duruyor ve
saldırmaya hazır birer küçük kaplan gibi hırlayarak hiç kıpırdamadan
birbirlerine çakmak çakmak bakıyorlardı. Tüyleri diken diken olmuştu.
En ufak bir hamlede yek diğerini parçalamak azminde idiler. Bu kadar
aşırı hasımlaşmanın sebebi nedir acaba diye düşünürken gördüm ki,
ortada bir fare var. ölmüş, küçük bir fare... Meğer kediler o fare
leşini elde etmek için bunca mücadeleye girişmişler. Meğer yek
diğerini hırpalama veya hırpalanma pahasına birbirlerine karşı göze
aldıkları zararın sebebi ortadaki küçük bir fare l''şesi imiş!

Bu tablo aslında büyük bir ibret sergiliyordu. Bir l''şeden müstağni
kalamayışın düçar ettiği ve edeceği kötü neticeleri aksettiriyordu.
Bir bakıma dünyaya r''m olanların boş ihtirasları uğruna ahiret
hüsranını tercih etmelerini ted''i ettiriyordu.





EÐER Kİ!....

Uzun yıllar önceydi. nerede okuduğumu hatırlayamadım bi türlü.
Muhtemelen Seyyidet Nefise, ama belki başka bir hanım evliya'da
olabilir... 13-14 yaşlarında olan tek bir kızı vardı. başka hiçbir
kimsesi kalmamıştı fani alemde. dünyalar tatlısı biricik kızını çok
seviyordu. öyle ya, nasıl sevmesin ki... o bu dünyada yanında olan
tek kişiydi. çok sevimliydi, yalnızlığının tek ilacıydı. gözüne çöp diye
düşseydi çıkarmaya kıyamayacak kadar çok seviyordu onu. Ama...
Rabbini herşeyden çok seviyordu. bir an! evet, bir an... beyninde
şimşeklerin çaktığını hissetti. ruhunu kezzap gibi yakıp kavuran
korkunç bir şüphe onu akrep gibi kemirmeye başladı içini...
allak bullak oldu bütün düşünceleri... yoksa... diye düşündü... yoksa!
evet, yoksa kızına olan zaafı, sevgisi onunla Rabbi arasında bir perde
olabilir miydi? onunla meşgulken, Rabbini unutuyor, gaflet gösteriyor
olabilir miydi? bütün vücudu zangır zangır titriyor, adeta bir zelzele
yaşıyor gibiydi... bu halden kurtulmalıydı, ve açtı ellerini... gökyüzüne,
arş'a, sidretü-l müntehaya helezonik kıvrımlarla ve yıldırım hızıyla ulaşan
bir münacaatta bulundu: "Sana halimi arzetmekten utanıyorum. sen onu
zaten biliyorsun. Eğer şüphelerim gerçekse, AL ONU BENDEN!" ve...
dışarıdan gökyüzünde yankılanan canhıraş bir çığlık duydu... dışarıda
duvar üzerinde oyun oynayan biricik yavrusu, dünyalar güzeli sevgilisi
düşmüştü duvar üzerinden... düşerken de son kel''m olarak, "Annee!"
diyebilmişti sadece... ve onun masum ruhu saniyeler evvel annesinin
yüreciğinden çıkan duaların kabul merciine doğru yol alıyordu. ve,
onun yapayalnız kalmış annesi artık asıl sevgiliyle tamamen başbaşa
kalmış, aradaki bütün perdeler çekilmişti aradan!
****
bu hik''ye size biraz tuhaf mı geldi? olabilir! buraya yazılış sebebi de
zaten bu yüzden... tuhaflığından! lakin eğer tuhaflık bulutlarını
dağıtabilirseniz altından ibretamiz öğreticilik dersler çıkarabilmeniz de
mümkün! akılla, mantıkla, fıkıhla izah etmeye çalışırsanız içindeki hikmeti
kaybedebilirsiniz! kimbilir belki ben saçmalıyor da olabilirim!
****
eğer öyleyse, içtiğiniz kahvenin telvesi diye kabul edin... ve ALLAH'a
emanet olun!



Bana öyle bir resim çiz ki... Gözlerim açýkken deðil, kapatýnca göreyim!

MiM

ADMiN
11,903
Nisan 15, 2011, 03:39:20 ÖS
uzun süreden bu yana yazamadığım sabah kahvelerimize bir yenisini eklemekle büyük bir ağırlık kalktı üzerimden....
duanızı beklerim, sevgi ve muhabbetle...

Bana öyle bir resim çiz ki... Gözlerim açýkken deðil, kapatýnca göreyim!

SMF 2.1.3 © 2022, Simple Machines, TinyPortal 2.2.2 © 2005-2022
Sayfa 0.163 saniyede 27 sorgu ile oluşturuldu.
Lithium theme by Bloc © 2017