Temmuz 31, 2008, 05:03:41 ÖÖ
Bu adamı tanıdınız mı?
Anadolu’da, “ne oldum deme, ne olacağım de” şeklinde güzel bir söz vardır.
Bugün sizlere, atası dedesi hangi dine, hangi millete mensup olursa olsun, farklı kültürel ortamlarda milli kimlik ve benliği unutmanın ve kökten kopmanın ne kadar olası olduğunu yansıtan bir örnek aktaracağım. Ta ki, hepimize ibret olsun diye.
Peyam-ı Edebî gazetesinin 25 Aralık 1913 tarihli nüshasından aldığım aşağıdaki satırlar, günümüzde bile hala tartışılan çok ünlü bir gazeteciye ait.
Gazetecinin yazısına konu ettiği kişi aslında babası. Fakat o yazısında bir Osmanlı beyefendisinden söz etmesine rağmen, yazının son cümlesine kadar sözünü ettiği kişinin aslında babası olduğunu açıklamıyor. Yazının son cümlesinde, işte o benim babamdı” diyor.
Þimdi hep birlikte, bir ailenin nerden nereye diyeceğimiz hik''yesinden bir kesit sunalım. Bakın kader ağlarını nasıl örüyor.
Þimdi önce ünlü gazetecinin 95 sene önce yazdığı satırlara bakalım, ardından da günümüzde torununun kim olduğundan söz ederek yazımızı sonlandıralım. Devletine sonuna kadar bağlı bir Osmanlı beyefendisinden söz eden ve 95 sene önce kaleme alınan satırlar şöyle:
“Hacı Ahmet Efendi aslen Kengiri (Çankırı)’den, İstanbul’a gelmiş, çalışmış, çabalamış, yirmi otuz sene zarfında alnının teriyle haline, menşeine göre fevkalade bir mevki ihraz etmişti. O zaman henüz gazyağı dediğimiz “petrol” madeni memleketimize girmemişti. Ekseriyetle ahalimiz mum, hatta yağ mumu yakarlardı. Hacı Ahmet Efendi bu ticareti hemen hemen taht-ı inhisarına almıştı. Bilhassa camilerimizin mumlarını veren o idi.
Bu adam bir faaliyeti mücesseme idi. Her gün güneş doğmadan evvel uykudan kalkardı. Kış yaz soğuk su dökünür, yıkanır, abdestini alır, Süleymaniye Camii’nde cemaatle namazını eda ederdi. Pek nadir o vazife-yi diniyeyi öylece ifa edebilmekten geri kalmıştı, o derecede metin sıhhate malikti. Camiden çıktıktan sonra konağa döner, çocuklarıyla kahvaltısını yapar, sonra doğruca mağazasına giderdi. Ta akşama kadar orada çalışır, günlük işlerini tesviye ederdi. Akşamüstü evine dönerek yemeğini yedikten sonra geceyi komşularıyla geçirirdi. Bu muhitte Hacı Ahmet Efendi’nin mümtaz bir mevkii vardı.
Güvenilir kişi...
İstanbul’da ne kadar ufak tefek esnaf varsa her işte ona müracaat ederlerdi. Hatta hacca, sılaya gidecekleri vakit, paralarını emanetlerini senetsiz, şahitsiz ona bırakırlardı. O derece emniyet ederlerdi. O da bu vediaları sahiplerinin isimlerini üzerine yazarak kasasına yerleştirirdi. Hatta onlardan birine emr-i hak vaki olursa emanetleri vereseye behemehal îsal eylerdi.
Yalnız cuma, bazen de pazar günleri mağazaya gitmezdi. Çocuklarını giydirir, kuşatır, yanına alır, sırasına göre ya Arnavutköy’e, ya Yedikule’ye, ya başka bir yere götürürdü. Senede bir iki kere ise ilkbaharda kayıklar tutarak, yemekler yaptırarak bütün çoluk çocuğu ile beraber K''ğıthane’ye, ya da Göksü sefasına giderlerdi.
Ailesine düşkünlüğü...
Sabahları mağazasına giderken çocukları en küçükten en büyüğüne kadar selamlık merdiveninin başına dizilirler, safvet ve hürmetle elini öptükten sonra hep bir ağızdan yüksek sesle “Allah işini rast getirsin” diye babalarına dua ederlerdi.
Ahmet Efendi ailesini severdi, memleketini severdi, lakin dinini en ziyade severdi. Feraiz-i diniyeden asla geri kalmazdı. Hayatında bir müşkile uğradı mı ancak Allah’tan yardım dilerdi. İlmen o sadeliği ile beraber Kur’an ayetlerinden çoğunu bilirdi. Her sene Ramazanda muntazaman Kur’an’ı hatmederdi.
Dinine o derece kalpten merbut idi, öyle hürmet ederdi ki, edyan-ı saire (diğer din) eshabını fena değilse aşağı bir nazarla görür, o cemaatleri Müslümanlardan mutlak surette ayırırdı. Bu gayret-i diniye saikasıyla Padişah’a da pek sadık, pek hürmetk''r idi. Bazen çocuklarıyla beraber cuma günleri selamlığa gider, Sultan Abdülaziz Han’ı uzaktan görür, bu temaşadan derunî bir inşirah duyardı. O gün büyük bir bayram imiş gibi sevinirdi.
Hacı Ahmet Efendi’nin saltanata bu hürmeti ve muhabbeti saf, samimi idi. Çünkü hükümetle resmi hiç bir irtibatı yoktu. Saf, samimi bir Osmanlı idi. İşte bu Hacı Ahmet Efendi benim babamdı.”
İşte o gazeteci
Peyam-ı Edebî gazetesinin 25 Aralık 1913 tarihli nüshasında yukarıdaki satırları kaleme alan ve “İştebu Hacı Ahmet Efendi benim babamdı” diye babasından söz eden o ünlü gazeteci kim biliyor musunuz?
Bu gazeteci, aradan geçen 95 yıla rağmen hain olup olmadığı tartışmaları hala süren Ali Kemal’dir. Hani şu, Milli Mücadele’ye muhalefet ettiği için yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken 6 Kasım 1922’de kafası çekiçlerle ve taşlarla kırılarak İzmit’te linç edilen Ali Kemal.
Devletine bu kadar bağlı Hacı Ahmet Efendi’nin oğlunun devlete ihanet ettiği gerekçesiyle linç edilmesi ne garip değil mi?
Bitti mi, bitmedi
Devletine olduğu kadar dinine de oldukça bağlı olan Hacı Ahmet Efendi’nin Ali Kemal’den olma torununun isminin Boris olması ve bugün İslam karşıtı bir İngiliz vatandaşı olarak bilinmesi nasıl bir kaderdir?
İşte büyük dedesi Hacı Ahmet Efendi olan torun Boris, geçtiğimiz Mayıs ayında Londra'ya belediye başkanı seçilen Muhafazakar Partili Boris Johnson’dan başkası değildir.
Nerden nereye
Devletine ve milletine bu kadar bağlı olan Hacı Ahmet Efendi’nin oğlunun devlete ihanetten linç edilmesi, torununun dinini milliyetini unutması trajik bir aile kaderidir.
Yazının başlığını bu adamı tanıdınız mı şeklinde koyduk. Demek rüyada görülse k''bus diye uyanılacak bir kaderle ve gerçeklerle yüz yüze gelmek de var hayatın cilvesinde.
Neslimize sahip çıkalım ve asla bizim çocuklara bir şey olmaz demeyelim.
Hele bu zamanda!
alıntı, o.özsoy
Bana öyle bir resim çiz ki... Gözlerim açýkken deðil, kapatýnca göreyim!