Haziran 11, 2010, 01:32:13 ÖÖ
çok uzun bir süreden beridir ele almak, incelemek ve ülkemizi bir kanser virüsü gibi sarmalamaya çalışan bir ideolojiden bahsetmek istedim hep; ama kısmet olmadı bi türlü... zira çok uzun ve kökü derinlerde olan zor bir konuydu bu. duygusal davranarak haksızlık etmemek adına, çok titiz ve yorucu bir gayretin içinde oldum. bu vesileyle de uzun bir yazı dizisi oluştu. umarım sabırla okur, geleceğimizi adeta tehdit eden bu kökü derinlerde olan oluşumu tanımaya çalışırsızınz ki, bir çin atasözünde olduğu gibi pirincin içindeki pirince benzeyen taşlardan evl''d-ü iyalinizi koruyabilesiniz. bu bahsettiğim ideolojinin adı: VEHHABİLİK!
Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır. Ne taraf olup sadece iyi taraflarını, ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur.
***
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır. Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali’nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir. Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir. Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.
***
İki asır kadar önce Arap Yarımadası’nda Necd dolaylarında Muhammed b. Abdilvehh''b (1115-1206) tarafından kurulan Vehh''bîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İsl''m ülkelerinde taraftarları vardır.
Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehh''bî” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından verilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehh''bîliğe, Türk tarihinde “H''ricîlik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehh''bîlik ile H''ricilik arasında benzerlik bulmak, tabiî karşılanmaktadır.
Bununla birlikte Vehh''bîler, kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, îtik''dda Selef, amelde de Hanbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, îtik''d hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve îtik''dda Hanbeliyiz; Vehh''bî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehh''b, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Þeyhülisl''m olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve îtik''dda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıklarını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan Vehh''bîliği müstakil olarak ele alınmak durumundadır.
Neşet Çağatay, Vehh''bilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehh''biliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. Çağatay, Vehh''bilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet Çağatay, “Vehh''bilîk”, İ.A., XIII, 264).
***
Buraya kadar yazdıklarımız genel bir görünüm, özet bir sunumdu. şimdi buyrun tarihçesinden başlayarak günümüze uzayan içimizde dal budak salmaya çalışan bu ideolojinin köklerini kuruluşundan günümüze izlerini sürerek görmeye çalışalım.
***
Tarihçe:
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehh''b, 1115/1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye’nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra’ya gitmiştir. Orada tevhîd konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur’''n ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad’ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bî'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) prensibini il''n ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne’ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihl''sla ALLAH’ın dinine yardım ettiği takdirde ALLAH’ın onu Necd bölgesinin h''kimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emîr Osman’a Der’iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebîle'de bulunan Zeyd b. el-Hatt''b (12/634)’ın mezarını, ALLAH ve Resûlü’nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne’nin önemli bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd’in kuvvetli kabilelerinden biri olan H''lid oğullarının reisi Süleyman b. Urey’ir’e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad’a çok yakın bir yer olan Der’iyye’ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve böylece Vehh''bî devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddî güç ve destek, Muhammed b. Suûd da bu fikirlerin doğuracağı imk''nla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve h''kimiyetini arttırarak Arap Yarımadası’na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur.
İbn Abdilvehhab, Der’iyye'de “Kit''bu't-Tevhîd” adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid’atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalalete düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Þam’ın tesiri altında çeşitli akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezz''b, Sec''h, Tuleyha ve Esvedu'l-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyank''r ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehh''b’ın ganimet vaadeden fikirleri c''zib gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehh''b’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cih''d adına kudsiyet kazanıyor ve meşrûlaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehh''b’ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu.
Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor: Vehh''bi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehh''bilerin ecd''dından ve çoğunluğu Necid halkından olan H''ricîlerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Þ''h-ı Vel''yet - Velilerin şahı” ünv''nını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte H''ricîler ve şimdi ise H''ricîlerin bayraktarı olan Vehh''biler, ileride söz edileceği gibi vel''yeti inkar etmişlerdi.
Müseylime-i Kezz''b’ın fitnesiyle irtid''da yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hil''fetinde, H''lid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e gücenmişlerdi. H''lis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran’daki eski devlet Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Þiîler Âl-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ebû Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.
İbn Abdilvehh''b 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suûd tarafından zaten başlatılmış bulunan siy''sî cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suûd zamanında başlayan toprak kazanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e h''kim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecburiyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf h''linden istifade ile cür’etlerini alabildiğine artıran Vehh''bîler, Basra Körfezi civarında h''kimiyet kurdukları gibi, Necef’te Þiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehh''bîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suûd, 10 Muharrem 1802'de Kerbel'' törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır.
Taif Vehh''bîlerce işgal edilir (18 Þubat 1803). Cevdet Paşa, Vehh''bîlerin Taif’e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir:
“Vehh''bîler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buh''rî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve s''ireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (T''rih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).
T''if, Mekke ve Medine’yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suûd, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kem''l derecesine erişti, İsl''m’ın nimetiyle şereflenip Cen''b-ı Hakkı kendinizden r''zı ve hoşnud kıldınız. Artık ''ba ve ecdadınızın b''tıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla y''d ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için sal''t-u sel''m getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Sel''mu ''l'' Muhammed” diye sel''m vermelidir...” (Eyub Sabri, T''rîh-i Vehh''biy''n, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkal''de cür’etk''r şekilde hitap ermekten çekinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur: 1- ALLAH’a Vehh''bilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. 2- Hz. Muhammed’e Vehh''bi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek. 4- Muhammed b. Abdilvehh''b’ı ALLAH’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehh''bi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vehh''bilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. 7- Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak. (Eyub Sabri, T''rîh-i Vehh''biy''n, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehh''bilîk”, İ.A., XIII, 266; Ecer, T''rihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Artık Vehh''bî devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehh''bîliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve T''if’i Vehh''bîler’den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814'de ani ölümü üzerine Vehh''bîler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böylece Vehh''bîliğin ilk dönemi kapanır.
Ancak Suûd hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehh''bî devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suûd hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehh''bî devletini ihya eder. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suûd, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suûd'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)
İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi’nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehh''bîler, 1921-1925 yılları arasında H''il, T''if, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suûd, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istikl''lini il''n eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suûdiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suûd, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siy''sî ve askerî teşkil''tının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehh''bi zihniyetini canlandırmayı başarır.
***
haftaya, vehhabiliğin muhtelif konulardaki görüşlerini, daha doğrusu ehl-i sünnetten farklı olan mütalaalarını görmeye çalışacağız bi iznillah...
Bana öyle bir resim çiz ki... Gözlerim açýkken deðil, kapatýnca göreyim!